27 Nisan 2013 Cumartesi

Kürk Mantolu Madonna

0 yorum

Bir Sabahattin Ali eseri. Füsut Akatlı'nın yazdığı önszöde Sabahattin Ali'nin, kendi eserine, uzun öykü dediğinden bahsetmiştir. Bir çırpıda okunan bir eser. Raif Efendi'nin hayatı sadece anlatıcıyı değil bizi de içine sürüklüyor.

Raif Efendi hakkındaki bilgileri yine kendisinin yazdığı bir gün için yazılmış bir günlükten alıyoruz. Raif Efendi içine kapanık bir çocuk ve genç olarak yaşıyor. Maria Puder'in kendi portresini sergilediği bir sergide bu resmi görmesiyle hayatının akışı değişiyor. Bu portreye Andreas del Sarto'nun Madonna delle Apie tablosuna atıfla Kürk Mantolu Madonna ismi verilmiş. Maria Puder'in bu genci farkedip yanına gelmesiyle, Raif Efendi'nin ona farkedemeyecek kadar önüne bakması içe kapanıklığının boyutlarının bir emaresidir. Bir akşam bar gezisinden dönerken Maria Puder ile göz göze geliyor. Ancak bunun sarhoşluktan mı ileri geldiğini düşünürken ertesi gün aynı saatte onu gördüğünü düşündüğü caddeye geliyor Maria Puder gerçekten de oradadır!

Belki kısa belki uzun bir altı ay için Raif Efendi bambaşka bir insan oluverir! Mihriye Hanım'la evli olup kayınbiraderleri Vedat ve Cihat'la; Ferhunda Hanım ve eşi Nurettin Bey'le ve onların çocuklarıyla ve kendi kızları Nurten ve Necla ile birlikte yaşamaktadır. Yaşamını kastederek "Bu daha ne kadar sürecek?" diye sormaktadır anlatıcıya bir zaman.

Bir kaç noktada Türk filmi tadında kurgulama olduğu gözünüzden kaçmayacak: Raif Efendi "adresi bilmiyorum" diyerek gitmeyecek; lakin daha öncesinde, kaldığı pansiyonun sahibi adres değişikliği varsa polise ikamet değişikliği bildirme zorunluluğundan bahsediyor.

Sabahattin Ali'nin tahlilleri, hayatın kendisi gibi, akışında gelen olgular. Bazıları ne kadar acı olsa da hayatın bir parçası olduğunu Sabahattin Ali, aynı şekilde hissettirerek yazmış. Ayrıca bazı kullanımdan düşmüş cümle ve kelime yapılarını da görmek, onları özlediğimi hissettirdi.

Raif Efendi, on yıl sonra hiç beklemediğimi bir haberle, bir gerçekle on yılını çöpe attığını farkediyor. Bu tek gün yazılmış günlüğünde Maria Puder'den sonra ilk defa açılıyor, anlatıyor, bir nevi bize hayatını özetliyor. Bir çokları için ve kimi zaman kendisi için lüzumsuz olduğunun sanan bir adam yavaş yavaş kendi sakin görünen duvarlarının içinde boğuluyor.

Bendeki kitap Yapı Kredi Yayınları'ndan Eylül 2003 tarihli 10. baskısı.

Yapı Kredi Yayınları
Kitapyurdu.com
İdefix.com




24 Nisan 2013 Çarşamba

Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita

0 yorum
“Kederli bir mecburiyettir bir insanın ülkesini sevmesi…”
Ece Temelkuran’dan bir devrimin anatomisi. O zamana kadar doğru düzgün anlatılmamış bir devrimin hikayesi.
" “Peki yoksullar için bütün bu yaptıklarınız suç oranını düşürdü mü?”  
“Bakın sinyorita, biz bu ülkede sizin bu soruyu sormaya neden olan düşünce sistemini değiştirmeye çalışıyoruz. Biz, dünyanın geri kalanı gibi insanları suçlular ve masumlar olarak ikiye ayırmıyoruz. Washington’dan IMF’den söz ediyorsunuz… Bizim bunlara öfkelenmeye vaktimiz yok. Biz burada devrim yapıyoruz Sinyorita! " "
Kitabın arka kapağında da yer alan açıklama aslında çok doğru yapılmış. Bu kitap eğlence amaçlı yazılmış bir gezi yazısı değil, ya da Venezüella’nın ne kadar güzel bir memleket olduğunu ve her insanın burayı mutlaka ziyaret etmesi gerektiğini anlatan bir güzelleme hiç değil. Bu kitap olanları olduğu gibi anlatan, bazen üzen bazen de üzerine günlerce konuşulacak notlar barındıran ve okuyanı kesinlikle düşünmeye iten bir yapıt. İnsan bir zaman sonra o ülkede yaşayan insanların seslerini evinde duymaya başlıyor. İnsanların umudu kalmadığında bile değiştirmek için neler yapabileceğini düşünmesini sağlıyor.
“Sadece uzaktan gelenler bilirler evlerinin kokusunu. Yollara belki de evlerimizin gizini ve evlerdeki halimizi anlayabilmek için çıkılır.”
İnsan ister istemez diğer ülkelerde gördüğü ve hakkında yazı yazılmaya değer bulunan olayları kendi ülkesiyle kıyaslamak ve yine ister istemez kendi ülkesinin daha “yaşanabilir” olduğunu düşünmek istiyor. Bazen de insanlar söyle düşünüyor: ” Bütün bunlar benim ülkemde olsa nasıl olurdu?”  Ancak ben bu kitabı okuduktan sonra bir ülkede yaşanan her olayın aslında ülkenin vatandaşlarının ağzından anlatılması gerektiğini kavradım.  Bu kitapta, ülkede yaşayan ve farklı sosyokültürel çevreden gelen insanların aynı ülkede yaşamasına rağmen olan bitenleri bu kadar farklı anlatabilmesi insanı çekiyor. Gazetelerde okunanların ya da televizyondan izlenenlerin kesinlikle o ülkede olanları yansıtmadığını ve  vatandaşlarının ağzından çıkanlarla derlenmiş bir kitap kadar insanı etkileyemeyeceğini  de öğrendim.

Temelkuran’ın Venezüella’ya gitme sebebi, Uluslararası gençlik festivali aslında.  ABD’nin burnunun dibinde hatta “arka bahçesinde” dünyaya kafa tutmaya karar vermiş bir ülkenin bu gücü nereden bulduğuna dair bir merak Ece Temelkuran’ı  Venezüella’ya gitmeye ve neler olup bittiğini anlamaya itmiş. Ülkede yaşayan vatandaşların bir kısmı Chavez’in başlattığı ve yürüttüğü bu politikaya hayranken, ülkenin zengin kesiminin Chavez’i  ‘çılgın bir diktatör’ olarak algılamasının nedenlerini araştırmış.  Temelkuran sadece devrim yanlılarıyla konuşmamış, devrim karşıtlarının da neden böyle düşündüğüyle ilgili fikirlerini almış. Bu ülkeyle ilgili öğrendiğim en acıklı şey ise zengin bir Venezüellalının  Chavez’den önce hayatını hiç fakir insan görmeden geçirebileceği  gerçeği oldu. Bu bir fakir devrimi ve bu devrimin nasıl planlandığının, nasıl yürütüldüğünün ve nasıl devam ettirilmeye çalışıldığının ayrıntıları bu kitapta anlatılmış.
Venezüella devriminin nasıl yapıldığı ve o güne kadar yok sayılan fakirlerin nasıl tekrar hayata döndürüldüğü, ülkenin en önemli gelir kaynağı petrolün nasıl fakir insanlar için kullanıldığını ve en önemlisi bir liderin içinden çıktığı çevreyi unutmadan o çevre için nasıl mücadele verdiğini anlamak için okunması gereken bir kitap olduğu kanaatindeyim.  İnsana umut verebiliyor. 

Son olarak Ece Temelkuran’ın ağzından:
“ Yola çıkarken sorduğum soru “Onlar nasıl yapmış?”tan, “Biz nasıl yapabiliriz?”e dönüştü. Bu kitabı okuyup bitirdikten sonra sizin de sorularınızın değişmesini umarak, bir kez daha söylüyorum bana söylediklerini size:
Devrimin selamı var bize! ”
Kitap, Everest Yayınlarından 2006’da çıkmış olup bendeki 2010 tarihli 11.baskıdır.
İdefix.com

23 Nisan 2013 Salı

Onlar Hep Oradaydı

0 yorum

Sunay Akın'ın eseri. Tarihin içinde gizlenmiş olanları "onlar hep oradaydı" diyerek önümüze getiriyor. Sunay Akın üslubuyla aktarıyor. Derlediği küçük hikayeleri fotoğraflarla ve bir çok şairin dizeleriyle süsleyerek kendine özgü zaman ve mekan kurgusu oluşturmuş. Küçük dediğime bakmayın, tüm hikayeler başlı başına bir kitap olacak nitelikte! İki Tünel Arasında bölümünde Mustafa İnan anlatılmaktadır ki    daha yeni okuduğum Oğuz Atay'ın kitabı Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan, "Onlar Hep Oradaydı"nın her bölümünün bir kitap olabileceğini göstermektedir!

Sunay Akın "Onlar hep oradaydı" cümlesini başta Kızılderililer için kullanmış. Pergelinin sabit ayağı Kızılderililer üzerinde olup büyük bir çember çiziyor ve dünyanın dört bir yanına gidiyoruz. "Yok artık!" ünlemine de hazırlıklı olmak gerekiyor! Sunay Akın bize bir şey daha gösteriyor: Bilmiyoruz! Sahip çıkmıyoruz!

Kitabın "İçindekiler"i şu şekilde:
Kuşdili Kovboyları
Kaçmak İçin Koşmayan Kızılderili
Manisa Tarzanı Değil, Manisa Apaçisi!..
Pearl Harbor'dan Haliç Kıyısına
Iraqouis'in Kamarotu
Ketenhelva Yiyen Kızılderili!çç
Saray Haremindeki Amerika
Bush'u Bush'una Bir Savaş Daha!..
Servet-i Fünuncular Aborjinlere Karşı!..
Zaman Pek Naziktir!
Geyik Ölüsü
İki Tünel Arasında
Kızılderili'nin Aya Gönderdiği Mesaj!..
Bilinmeyen Bir Ay Öyküsü
Bak Şu Çekirgenin Yaptığına!..
Meluncan mı, Yoksa Yol Arkadaşı mı?
Kara Bahtlı Kara Bart
Çocuk Dünya
Kızılderililer ve Futbol
Kafatasçılarına Atılan Gol!..
Var mı Varela Gibisi?
İyi Bir Karga...
Titanic'teki Kızılderili
Dikenli Tel
Amerika'daki Susurluk
Atom Bombası ve Mayo
17 Ağustos Depremi ve Kızılderililer
Paparazziliğin Kökeni Kızılderililer mi?
Donmuş Balık Enstitüsü
Nâzım Hikmet ve Kadın Kalbi
Kitaplara Gizlenen Kızılderililer
Çalılıkların İçinde Kimler Var
Kız Kalesi'ndeki Kızılderili
Kızılderililer Yeşilçam'da
Karl May'in Etkilediği Çocuklar
Bütün bölümler çok güzel çok özel! Her birinde zaten orada olan ama görülmemiş, görülmek istenmeyen veya bir şekilde gizlenenleri görmüş olmanın heyecanı ve kızgınlığı iç içe. Kitabın sonunda şu soruyu sordum: İnsanlar neden tahrip ediyor?! Kitapta kimi yerlerde cevapları var. Aslında cevaplar da hep oradaydı!

Kelebek etkisini üslubunda hissettiren Sunay Akın, beni en çok Pearl Harbor'dan Haliç Kıyısına bölümünde şaşırtmıştır. Japonların Pearl Harbor baskının hastane gemiyi (Solace) bombalamadığını ve onun Türkiye tarafından alınıp yıllarca kullanıldığı ve sonunda da parçalanarak inşaat malzemesi haline getirilmesi ve üstüne Camialtı Tersanesi'ndeki Çorlulu Ali Paşa Camii'nin şadırvanında  Solace'ta röntgen odasından çıkan kurşun kaplamaların kullanılması da benim için manidar olmuştur.

Kızılderili'nin Aya Gönderdiği mesaja, sayfa 162'deki Lloyd George'un söylediğine, Donmuş Balık Enstitüsü'ne dikkat edilmesi gerekmektedir.

Kitap ilk 26 baskısını Çınar Yayınları'ndan yapmıştır. Bendeki kitap Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan  2012 tarihli üçüncü (yirmidokuzuncu) baskısı.

İş Kültür Yayınları 
Kitapyurdu.com
İdefix.com

21 Nisan 2013 Pazar

Bütün Öyküleri

0 yorum

            Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan ve Yusuf Atılgan’ın yaşamı boyunca kaleme aldığı tüm hikâyeleri içinde barındıran bir kitap, hakkındaki yazıyı okuduğunuz. Kitap ile ilgili dikkat edilmesi gereken konularının başında Yusuf Atılgan’ın 1946’dan 1976’ya kadarki 30 yıllık dönemi, Manisa’nın Hacırahmanlı köyünde çiftçilikle uğraşarak geçirmesidir.  Dolayısıyla, hikâyelerde köy ve kasaba yaşamına dair pek çok bilgiye rastlamak mümkün. Bu açıdan bakıldığında, köy, kasaba yaşamı içinde hiç bulunmamış kimseler için anlatılanların havada kaldığı ve sıkıcı bir kitap olabilir. Oysa köy, kasaba yaşamına aşina olanların veyahut az da olsa yaşanmışlığı bulunanların keyifle okuyabilecekleri bir kitap. Bununla beraber, kitapta şehir yaşamına dair hikâyeler de var; şehirdeki insanın yalnızlığını, paranoyaya varan korkularını anlatan hikâyeler.

            Kümesin Ötesi adlı hikâyeden;

            Kendimi bildim bileli öteki dört tavuk, bir horozla hep bu daracık avludayız. Çevremizi bana pek yüksek gelen yapılar, duvarlar kuşatıyor. İki kapı var bu avluda. Birisi gelip geçen insanlar, arabalar, beni hem korkutan hem meraklandıran seslerle dolu sokağa bakanı. Bu kapının açıldığını görmedim hiç.
Bugün bir şeyler oldu. Sabah yemini yedikten sonra gene o her zamanki iç sıkıntısıyla damlara doğru bakarken şu kümesin üstüne atlasam diye düşündüm. Kanatlarımı çırpıp sıçradım. Kendimi kümesin üstünde görünce şaşkınlıktan bağırmışım. Ötekiler de bana bakarak bağrıştılar. Kümesin üstünden öteki kocaman dama uçmak daha kolay. Bir daha sıçradım bağıra bağıra. Kiremitlerin üstünde yavaş yavaş karşı yana yürüdüm. İçimde bir genişleme, yüreğimde hızlı bir çarpıntı başladı. Bizim yaşadığımızdan çok daha büyük bir avlu göründü gözlerime. Baktım bununda dört yanı bizimki gibi duvarlarla çevrili. Ama bu başka; içinde yaprakları dökülmüş kocaman ağaçlar var.  Topraklar yemyeşil otlarla kaplı. Bu duvarların ardında bundan da büyük avlular vardır dedim. Sonra uzaktan sesi gelen horozların yaşadığı bir yer olacak. Bulacağım orasını…

            İnsanın dünya üzerindeki en gelişmiş canlı olduğu söylenir. Peki, neden her insanın az ya da çok hissettiği şeyler bu tavuğun hissettikleriyle aynı? Çünkü korkuyoruz. Daha büyük, daha iyi, daha huzurlu avlulara uçmaya korkuyoruz. Hatta, daha da kötüsü, bu avluların varlığını kabul etmek bile bize ve bizim o avlulara gitmemizi istemeyenlere çok ürkütücü geliyor. Dolayısıyla, insan olmak övünülecek bir şey değil. Zira, tavuktan bir farkımız kalmamış.
            Cesaretini toplayan ve hikâyenin başkahramanı olan tavuk, ilk kaçma teşebbüsünde bir köpekle burun buruna geldiği anda sahibi tarafından yakalanıyor. Tekrar daracık avluya kapatılıyor. Bakalım sonra neler oluyor.

            Şimdi alacakaranlıkta gözlerimin bir şey görmediği kümesin içinde, köşede büzüşmüş dışarı dünyayı düşünüyorum. Tavuklar “anlatsana ne var ötede?” diye durmadan gıdaklıyorlar. Ben ağaçları, otları, köpeği anlatacağım sıra horoz bağırıyor. “kesin be kancıklar, ne olacak ötede? Görmediniz mi hışırı çıkmış. İşte kaçmanın sonu bu” diyor. Hep susuyorlar. “Pis, kötü yaratık” diyorum içimden, “Geberesi..”

            Gücü elinde bulundurduğu için söz söylemeyi ve başkaları adına karar almayı kanıksamış her insan gibi bu horoz da başka avluların olmadığını kabullenmiş. İçinde bulunduğu durumdan memnun. Çünkü her şey onun lehine o anki koşullarda. Son kez söz cesur tavuğumuzda; bakalım pek çok kişi gibi düzene boyun mu eğecek yoksa onurlu insanlar gibi zulme karşı isyan mı edecek.

            Kaçacağım. Ama köpekler varmış, başka canavarlar varmış, olsun. Bu sefer kanatlarımı açar uçuveririm, hırpalatmam kendimi onlara. Şimdi de bir şeyim yok. Yalnız ensem sancıyor az az. Hele o geçsin, hele kanatlarım az daha uzasın kaçacağım buradan.

            Bir köyde babasız olarak büyümüş, içlerinde yaşadığı insanlardan farklı olduğu için dışlanmış, hor görülmüş, aşağılanmış, duygularını çok yoğun yaşayan ve bir ağa kızını, sevgisini tutkuya vardırırcasına sevmiş bir köy delikanlısın hikâyesi.  Osman’ın hikâyesi.

            Tutku adlı hikâyeden:

            Kalk git buradan kör karının piçi. Gelme buraya. Rezil ettin beni köye. Kala kala sana mı kaldım ben? Yıkıl, git hadi!” ben hep gözlerine bakardım. Kaskatıydılar. Testiyi doldurmuş dönerken durur gene bağırırdı: “Gitmedin mi daha? Ne namıssızmışsın sen be! Bir de seni avlumuza sokardık. Namıssız. Piç işte, ne olacak.” Sağırmışım gibi bakardım ona. Testiyi alıp giderken, bakışlarının katılığında bir şaşmışlık olmaz mıydı? Sonra çocuklar gelirler. Gülüşe bağrışa taş, toprak atarlar, çevremde dönerlerdi. “Osman oscuk, gözü boooncuk!” Çocuklar korkunçtular.

            Osman’ın bu taarruza maruz kalmasının sebebi avluya çıkar da belki görürüm diye tüm gününü, kendine bu sözleri söyleyen ağa kızının evine bakmakla geçirmesiydi.  Yani, şiirde bahsi geçen sebep;

Belki balkona kar seyretmeye çıkar diye sevdiğimiz kızlar
Çok dibimiz donmuştur
Ve çoğu zaman
Bu kar mevzuu
Kızlara yeterince ilginç gelmemiştir.

Anlaşılan o ki ağa kızına da yeterince ilginç gelmemişti mevzuu. Şimdilerdeyse insanlar kendileri gösterecek yer arıyorlar; sosyal paylaşım siteleri. Bu lafları duymayı hak eden Osman mı yoksa kendini göstermeye can atanlar mı? Bilemiyorum. Fakat iyi bildiğim bir şey var; biri seni içten ve karşılık beklemeden sevmişse, onu sevmesen bile, sırtını dönme. Üzülür, kırılır.

            Sıradan bir kırlangıcın hikâyesi, sıradan bir insan gibi.

            Yük adlı hikâyeden:

            Sıcaktı. Öğleye doğru belime ağır bir şey kondu. Göz ucuyla baktım; bir kırlangıçtı. “Hayrola?” dedim. “Hayırlar. Birlikte geçeceğiz karşıya.” “Olur yüzsüzlük değil,” dedim öfkeyle, “şimdiye dek görülmemiş bir şey. Bu yolculuk tek başına yapılır.” “Öyleydi. Her yıl binlerce alık kırlangıç güç bela aşar bu denizi de böyle bir kolaylık kimsenin aklına gelmez. Bunu ilk düşünen benim. Sıcağın etkisiyle olacak, az önce geldi aklıma.”
            Güneş batıya devrilmişti ama sevinemiyordum. Bir daha denedim: “Çok ağırsın. Kıyıya değin taşıyamam seni, birlikte düşeceğiz.” “Bana göre hava hoş; sen düşersen gider bir bakasının sırtına konarım. Bak, sizinkilerden biri daha düştü.” Kurtuluş yoktu… taşıyacaktım bu yükü.

            Aslında ne kadar tanıdık bir hikâye, anlatılanları insanlara uyarladığımızda. Sırtımızda taşıdığımız, sırtımızdan geçinen ve bize köle muamelesi yapan insanlar. Bir avuç insanın refahı için kendisine ait olmayan zorluklara katlanmak mecburiyetinde olan bir dünya dolusu insan ve bu insan sayısıyla adalet duygusu arasında  ters bir orantı var.

            Atılmış adlı hikâyeden:

            İlerde bir kayık vardı. Kayıktaki adam balık avlıyor olmalı diyordum. Kıpırtısız öyle duruyordu. İlkten dönsün diye beklemiştim. Bayılırım balık tavasına. Adam kıyıya çıkınca konuşacaktık. İşsiz olduğumu öğrenince yanına alacaktı beni. Bir cigara yaktım. Arkadan şehrin uğultusu geliyordu.
Altı gün mü yedi gün mü oluyor aylaktım. Yirmi beş lirayı veren adam yere yere bakmıştı. Sormadım. Önemli olan neden atıldığım değildi; atıldığımdı.
Manavın önünde iki kişi vardı. Durdum. Uzandım küfelerin birinden bir elma aldım. “kaça bunun kilosu?” diyecektim. Elimdeki en irisiydi. Kimsenin bana baktığı yoktu. Elmayı cebime attım, yürüdüm. Beş adım sonra arkamdan kısık bir ses “aşırdı” dedi. Döndüm; “kim o aşırdı diyen?” diye bağırdım. Üçü birden dönüp baktılar. Geçe biden çevirdiler başlarını: beni görmemişler gibi, ben orada yokmuşum gibi.
Yandaki kanepede oturan bir adam bana bakıyordu: beni görüyormuş, ben oradaymışım gibi. Tek ayaklıydı bu adam; bir bacağı tahtaydı. Bir cigara yaktım. Umutluydum. Yeni bir işe girecektim. Bu sabah “Yarın uğra” demişti birisi…

Şehir yaşamı: kalabalıklar içindeki yalnızlık, bir başınalık duygusunu hissedebiliyor musunuz okurken? Peki ya umutsuzluk içindeyken, her şey ters giderken bile umutluyum demenin ne zor olduğunu. Umudunuz olmadığı halde umutluyum derken boğazınızda düğümlenen şeyin ne olduğunu merak ettiniz mi hiç? Daha çok görünebilmek adına geldiğimiz şehirlerde gittikçe siliniyoruz; bakıyor ama görmüyorlar, bakıyoruz ama görmüyoruz.


Eylemci adlı hikâyeden:

Emin Tınoğlu ertesi sabah kalktıktan sonra çantasını alıp evden çıktı. Ülkü Derneği yöneticisinin evine gidecekti bugün bombaları almak için. Geçen ay üç bomba vermişler, üçünü de kullanmıştı. Dernekte ilk görüştüklerinde adam şaşırmıştı. “Böyle işleri gençler yapıyor. Yaşlısınız siz.” “Yaşlı olmam daha iyi; kimse kuşkulanmaz. Polisler kimlik bile sormuyor bana.” Sonunda kabul ettirmişti eylemciliğini. Geçen ay kullandığı üç bombadan en etkilisi Devrim Kitabevi’ne attığı olmuştu. Dükkân harap olmuş; kitapçı ile bir alıcı ölmüş, birisi de yaralanmıştı. “Devrim kitabeviymiş! Adından belli değil mi komünist yuvası olduğu? Alışveriş edenler de öyledir. Kökünü kazımalı bunların.” Bu kez de ilk bombayı şu berber dükkânına koyacaktı: İleri Berber Salonu. Gösterecekti ona ileriyi. Son yıllarda ne de çok solcu türemişti ülkede. Bir gün yandaki apartmanın birinci katında oturan şu solcu yazarın da defterini dürecekti. Yalnız yeterince bomba vermiyorlardı. Bir öğrense bunları yapmayı!
            Sokağa vardığında berberin önünde kimseler yoktu; içerde berberle kalfası iki kişiyi tıraş ediyordu, bir adam da oturmuş gazete okuyarak sıra bekliyordu. “Görürsünüz az sonra solcu gazeteleri okumak nasılmış!”
            Öğleden sonra Emin Bey odasında bir süre kitap okuduktan sonra rehberde komşu solcu yazarın numarasını bulup telefonla aradı onu. Telefonu açanın adamın kendisi olduğunu öğrenince:
            -Bana bak yakında soluğunu kesicem senin, dedi.
            -Hadi oradan moruk, senin soluğun kesilmiş belli.
            -Moruk değilim ben, 25 yaşındayım.
            -Öyleyse kafanla sesin moruklaşmış senin.
            -Yakında görürsün sen moruğu.
            -Suçum neymiş benim? Ezilen, sömürülen yoksul halka bir kurtuluş önlemi önermek suç mu?
            -Değil ama senin önlemin komünistlik.
            -Sömürücülere gönüllü uşaklık eden, yüzünü göstermekten korkan yüreksiz faşistler vız gelir bana; elinden geleni ardına kayma, deyip telefonu kapadı adam.
            Ana yola çıkan sokağa sapınca ilerde, köşedeki bankadan patlamalar duydu. Camları kırılmış büyük pencerelerden dışarıya alevler taşıyordu. “Komünistlerin işi bu. İyi ki çalışma saati değil.” Yüreği çarparak hızlandı. Karşıdan, yirmi yaşlarında iki genç koşarak geliyordu. Emin Bey yaklaşan gençlere öfke ile “Durun ulan piçler!” diye bağırıp kollarını açtı, tutmak için. Olay yerinden hızla kaçanlardan birisi farkında bile olmadan ona çarptı. Emin Bey sırt üstü yere düştü, başını kaldırımın kıyısına çarptı. Öylece uzanmış kaldı orada., kıpırdamadan. Az sonra yanında toplanan birkaç kişiden biri: “Ölmüş bu yahu; kanı bile akmamış.” dedi.

            Kendinden farklı düşünenlere karşı beslenen kinin gençlere has bir olumsuzluk olmadığını gösteren bir hikâye. Kendisi de kin besledikleriyle aynı eylemi gerçekleştiren, kendi eylemini meşru, karşıt düşüncenin eylemini vatan hainliği olarak gören zihniyete bir örnek. Adımlar özeleştiri yapılarak atılsa, belki de bu noktada olmazdı dünya.           
           
            Kitabın sonuna gelinceye dek okuduklarımın ve okuduklarımın düşündürdükleri ve çağrıştırdıkları, gerçekler ile gerçekmiş gibi gösterinler arasındaki farkı altını çizdiği için içim biraz burulmuştu. Neyse ki kitabın sonunda yer alan iki tebessüm ettirici ve çocukluk günlerini hatırlatıcı masal durumu biraz toparladı. Son olarak kitaba kulak kesiliyoruz.

            Deve deveyken, sinek sinekken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken, anam beni doğuracaktı. “Sancım tuttu sana, koş ebeyi çağır.” dedi. Fırladım kalktım; babam huysuzluk ediyordu ama kim dinler babamı, doğmak istiyordum ben. Ebenin evine koştum; kapıyı çaldım. “Kim o” dedi bir ses. “Ebanım, bize gidicez, anam beni doğuracak.” dedim. “Ebe evde yok, gökyüzüne gitti çocuk doğurtmaya.” dedi aynı ses. Durulacak zaman mı, koştum eve.
            Sık sık kayboluyordum artık. Belki bu yüzden belki de beşiğini sallarken huysuzluk ettikçe kulaklarını çekmemin öcünü almak için, babam okula verdi beni. Yıllarca sürdü bu. Hiç hoşlanmıyordum; arkadaşlarla itişip kakışmak, öğretmenleri dinlemek yüzünden elimde olmadan büyüyordum. Konuşmam yetmiyormuş gibi düşünmeye de başladım. En kötüsü buydu. Çoğu insanlar gibi düşünmeden konuşsaydım kimse bir şey demeyecekti; ama ben düşündüğümü söylemeye kalktım. Yukarıya bildirildi; başöğretmen beni getirtip ağzıma acı biber sürdü. “Böyle giderse beynine de biber sürülür” dedi…  

11 Nisan 2013 Perşembe

Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan

0 yorum

Oğuz Atay'dan bir biyografik roman. Okumakta çok geç kaldığımı düşündüğüm bir kitap. Hem Oğuz Atay'la hem de Mustafa İnan'la tanışmama vesile olan bir eser! Oğuz Atay'ın üslubuna alışık olmayanlar ilk bir kaç sayfa zorluk yaşayabilir. Ancak alıştıktan sonra dur durak bilmeden okuyacak; Mustafa İnan'ın hayatına, yaşadığı döneme zaman yolculuğu gerçekleştireceksiniz! O dönemleri aslında biliyorsunuz! Ama bu sefer hiç bakmadığınız açılardan bakacaksınız.

Zaman yolculuğu demişken Oğuz Atay, kronolojik bir roman sunmuyor. Kendine özgü zaman çizgisiyle ve kelimeleriyle bilmediğimiz bir kişinin hayatını gösteriyor.  Kimi zaman, keşke bu kısımları biraz daha fazla anlatsaydı demeye hazırlıklı olun!

Oğuz Atay, Mustafa İnan'ın öyküsünü; Mustafa İnan için, onun ölümünden sonra düzenlenen ödül törenine denk gelen bir öğrenci ile öyküyü anlatan profesör üzerinden bize aktarıyor.

Mustafa İnan kimdir? Vikipedi'deki sayfasına burayı tıklayarak ulaşabilirsiniz. Mustafa İnan bir kaç cümleye sığmaz... 1911'de doğup 1967'de vefat etmiştir. İki dünya savaşını gören, Kurtuluş Savaşı'nı yaşayan, damdan düşmesini "aklım yerine oturdu" diye niteleyen inşaat mühendisi dehadır. Yurtdışında ilk doktorayı yapan, Türkiye'de teknik ekol oluşturan, doktorayı Türkiye'ye taşıyan, devamlı öğrenen bir öğrenciydi...

Oğuz Atay'ın ileride çocuklarıma okutacağım kitabıdır! Hatta okullarda ders olarak okutulması gereken bir kitaptır! Bu kitabı okurken sayfalarca not çıkardım.
" 'Ben efsaneleştirmeye pek karşı değilim aslında,' dedi orta yaşlı profesör. 'Yeter ki efsaneleşen kişi buna hak kazansın. Ne yazık ki insanların kalabalık bölümü onları biraz büyütmezsen pek etkilenmiyor. Tek başına elli kişiyi birden kılıçtan geçirdiğini anlatmazsan kahraman olamıyorsun. Üstelik bilim masalları da zararsız. Buna inanan, bilim kahramanlarının efsanelerine özenen, sonunda olsa olsa profesör filan olur, hiç olmazsa insan kasabı olmaz.' " (sayfa 79)
Okudukça kızdım, kızdıkça okudum! Kızdım çünkü ders almadığımız, hep aynı hatalara düştüğümüz şeyleri gördüm.

Kocaeli Üniversitesi Mühendislik Fakültesi'nde kısa çaplı bir anketle şu sonuca ulaştım; öğrenci arkadaşlarımın çok çok azı Mustafa İnan'ı tanımaktadır!

Dört yılımı liseye "harcamış" bir insan olarak hafızamı yokladım. Hiçbir hocam bu bilim adamından bana o zamanlarda da bahsetmedi! İşimiz sadece formülleri ezberlemekti!
"Kozmoğrafya imtihanına giren öğrencilerin kopya çekmek yerine bütün kitabı ezberlemesini isteyenlere söylüyorum." (sayfa 54)
Sanat Tarihi ve Bilim Tarihi dersleri koymak çok zor sanırım... Yakın tarihimizi ve büyüklerimizi tanımaktan o kadar yoksunuz ki... Çağdaşı Cahit Arf'ı ilk defa paralar üzerinde görenlerimiz var. Çağdaşı mimar ve sanatçı Arşi Olcay'ı ise o kadar az tanıyan var ki...  Bu da ince sitemimdir.
" Bazılarına, çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir. Bırakınız bu işleri öyleleri yapsın. Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirasıyla yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir. Bırakınız parayla da onlar uğraşsın. Sizin 'kuvvetli' olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi 'Kuvvet nedir?' diye merak ediyorsanız, buyrun, sizleri Mekanik Kürsüsü'ne beklerim. Çünkü bazılarına göre 'Kuvvet' para ile organizasyonun çarpımına eşittir; bize göre de kuvvet ivme ile kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür. Bu iki formülü birbirine karıştırmayın, kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın olur mu çocuklar? " (sayfa 217)
Alıntılanacak, anlatılacak o kadar çok yer var ki... Mustafa İnan bir şeyleri değiştirmek için para ve organizasyondan ziyade; ivmeyi yani hareketi ve kütleyi yani bilgiyi kullanmıştı!

Hocam, sizinle biraz geç tanıştığım için özrümü kabul edin. Ruhunuz şâd olsun.


Kitap, İletişim Yayınları'ndan 1987'de yapmış olup bendeki 2008 tarihli 29. baskıdır.

Kitap:
İletişim Yayınları Resmi Sitesi
İdefix.com
Kitapyurdu.com
 
Copyright © Kitaplık
S.Y.