İhsan Oktay Anar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İhsan Oktay Anar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ağustos 2022 Salı

Tiamat

0 yorum

 İhsan Oktay Anar'ın çok zamandır beklediğim kitabı. İhsan Oktay Anar yayınevi değiştirmiş, bu sefer kitap Everest'ten geldi. 

Tiamat kelimesinin sözlük.gov.tr'de karşılığı bulunmamaktadır.

Vikipedi'ye göre Tiamat kelimesinin kökeni Akadca yahut Yunanca'ya dayanmaktadır. Antik Mezopotamya tanrıçasıdır. İlkel tuz denizi tanrıçasıdır ve yaratılıştaki kaosun sembolü. Parıldayan olarak tanımlanır.

Deniz tanrıçası Tiamat.

İhsan Oktay Anar kendinde harmanladığı akımları çok keyifle okutuyor. Etiketler artık çok meşhur olduğu için kitabın benim için etiketlerini de aktarayım: #steampunk #korsan #deniz #korku #gerilim #macera

Buradan sonra kitap içinden alıntılar vardır. 

Tahtelbahir seyirdeyken uğursuz bir sanduka bulunur. Sandukanın esrarı, denizlerin dibinde kalması gerekirken gün yüzüne çıkar! Bu gün yüzüne çıkış; mürettebattan bir kişinin kolunun koparak sandukanın içinde sıkışmasıyla başlar. Yaralıyı yatakhanede dinlendirirken, yaralı bir anda kaybolur ve yaralının yatağındaysa kopan kol tek başına durmaktadır!

Tahtelbahir'in derinliklerinden; sandukayı kilitledikleri yerden; tuhaf sesler gelir, karanlık uyanmıştır içerisinde alevler ve kızıllığıyla.

Tiamat kimin mi ismi? Ölen gerçekten ölmüş müdür? Ölenlerin sesini duyabilir miyiz?

Kitap çok hızlı bitti, şimdi bekle ki gelsin yeni kitap. Tekrar tekrar okuruz bu arada. Ancak yayınevi değişikliği beni şaşırttı. İletişim'den beklerken kitabı... 

Kitap:
Everest Yayınları
Alfa Kitap
Kitapturdu.com
Idefix.com
Bkmkitap.com

22 Ocak 2014 Çarşamba

Galîz Kahraman

0 yorum
İhsan Oktay Anar'ın son kitabı! 17 Ocak 2014'te çıkan bu kitabı, bitmesin diye uğraşıp ancak bu kadar süre uzatarak okuyabildim.
Hüüüüüüüüüüüüüüüp! Jjjjjjjjjjjjjjjjt! Nah-ha!
Türk Dil Kurumu, "galiz" kelimesini şöyle açıklıyor:
 galiz
sf. Kaba ve çirkin, iğrenç.
 Güncel Türkçe Sözlük
galiz  
Tembel.
 Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü
galiz  
Zayıf, cılız.
 Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü

İhsan Oktay Anar'ın daha önceki kitaplarında olduğu gibi, bu kitap için de sözlük hazırlayacak olan arkadaşlarımız elbette vardır.

İşte bizim galîz kahramanımız İdris Âmil Hazretleri'nin başından geçenleri okuyoruz. Kasımpaşalı olan İdris Âmil Efendimiz, şair ruhlu(?) bir kişidir. Bu şairanelik, cins-i latif içindir. Böylece kadınlar kendisine divane olacaklardır! Bu sanat yolunda, başına olmadık işler gelen Efendimiz, bir çok karakterle karşılaşıyor.

İhsan Oktay Anar'ın yine muhteşem üslubuyla muhteşem bir roman, muhteşem(?) bir kahraman okuyoruz! Olayların akışı içine kendimizi bırakmaktan başka bir şeye ihtiyaç yok! Karakterlerin tanıdıklığı da okuyucuyu ayrıca şaşırtacaktır!

İhsan Oktay Anar'ın o eşsiz kurgusunda, bir çok yere, birçok konuya yolculuğun tadı yine damağınızda kalacak! Yeni kitabı şimdiden beklemeye başladım! Umarım çok uzun bir ara vermez!
Bu hâdiselerin cereyan ettiği devirlerde, devletimiz sanatçıları daha bir ciddîye alırdı. O zamanlar üç grup sanatçı vardı. İlki, devletin halktan topladığı parayla Evropa'ya gönderilenlerden ibâretti ki, bunlar için 'takdirnâmeler' tanzim edilirdi. İkinciler daha bir ciddîye alınır, yazdıkları her bir kitap ilgili memurlarca satır satır okunur, haklarında 'fezleke', 'iddianâme', 'gerekçeli hüküm' gibi kâğıtlar hazırlanırdı. 'Artist vesikası' verilen üçüncü gruptakiler ise bazı tiyatro kumpanyalarında, daha da acısı pavyonlarda çalışırlardı. (sayfa 38-39)
Bu gibi daha niceleri var! İhsan Oktay Anar'ın kelimeleriyle yaşamı izlemek... Bitmesin istenilen kitaplardan! Defalarca okunacaklardan! Hayatın kendisi!
Çünkü bir romanın iki tür okuyucusu olurdu: Zeus gibi olanlar ve Yahova'ya benzeyenler. Evet, gerçekten de, 'ilah romancılar' gibi 'ilah okuyucular' da olurdu. Kadîm Yunanlar'ın ilâhları antropomorfik idi, yani kendilerine benzer, yiyip içip sefâ sürer, zinâ yapar ve bazen de acı çekerdi. Fakat insanları kendi sûretinden yaratan Yahova'ya göre, insanlar teomorfik idi. İlâhlar insana benzeyince iş kolaydı, insanlar "bu da bizden" deyip hayatlarına devam ederlerdi; ama insan ilâha benzedi mi, yükleneceği mesuliyet ziyâde olurdu. Zaten insanın eti ne budu ne idi; kaldı ki bir ilâha benzesin! Ama bazıları bundan memnun gibiydiler. İşte Zeus'a benzeyen okuyucu roman okuduğu sırada eğlenip güler, bazen ağlar, kısaca hayattan zevk alırken, Yahova'ya benzeyen okuyucu böyle yapmazdı! Onun için kitapçı dükkânına gideceği gün, âdeta Mahşer Günü idi, tövbe estağfurullah! Bu okuyucu Yahova'nın bizzât kendisi olarak kitapçıya gittiğinde, onun teomorfik yahut egomorfik kulları olması gereken romancılar, önünde el pençe divan durmuş vaziyette bekler olurlardı. (sayfa 159-160)
İhsan Oktay Anar'ın kaleminden sanatçıya ve okuyucuya bir bakıştı bu iki alıntı. Daha bir çok konu üzerine ince ince işlenmiş cümleler kitapta mevcut. Bu düzen içinde, kurgu içinde okumanın keyfi bir başkadır. İnsanların sınıflanması veya incelenmesi açısından başucu kitabıdır!

Keyifle okunacak, özenle saklanacak, sonra tekrar okunacak, üzerine düşünülecek bir kitap! İleride çocuklarıma okutacaklarımdan!

Bendeki kitap İletişim Yayınları'ndan Ocak 2014 tarihli ilk baskısı.

Kitap:
İletişim Yayınları
İdefix.com
Kitapyurdu.com

Hüüüüüüüüüüüüüüüp! Jjjjjjjjjjjjjjjjt! Nah-ha!

13 Mart 2013 Çarşamba

Amat

0 yorum

İhsan Oktay Anar'dan bir mükemmel kitap, bir şaheser daha! İhsan Oktay Anar'ın fikir denizinde, ahşaptan bir gemiye yüklü fırtına, kan ve bilinmezlikle; gerçekçi bir masal ile, masalsı gerçekleri anlatıyor! Gerçekle masalın bu raksında varlık ve zaman üzerinde kalem mürekkebini bırakıyor!

Bu kitapla birlikte, İhsan Oktay Anar'ın okumadığım kitabı kalmamış oldu! Amat bir gemi.; kah sisin ortasında kalan, kah düşman gemileriyle karşılaşıyor. Ancak gemidekiler zamanla Amat'ın sıradan bir gemi olmadığının farkına varıyorlar.

Belirtmeden geçemeyeceğim, Amat kelimesinin anlamını kitabın içinde bulabilirsiniz. TDK'nin resmi sitesi sonuç vermeyecektir.

İhsan Oktay Anar'ın kitaplarında varlık üzerine yoğunlaşması malumunuz.

Her kitabında varlığın bir başka boyutu üzerine eğilmiştir:
"Fisagorculara göre zamanın sonsuz olmasının yegâne yolu onun döngüsel olmasıydı. Risâlede bu bahsi izah etmek için şöyle bir örnek verilmişti: Söz gelimi Amr, belli bir tarihte doğup zamanla büyüdüğü vakit Zeyd ile arkadaş olduktan sonra, arkadaşına ihanet ederek onun tarafından öldürüldüğünde, zaman döngüsel olduğu için tekrar doğacak, yine Zeyd ile karşılaşacak yine ona ihanet edecek ve yine öldürülüp yine doğacaktı. Bu döngü sonsuza kadar sürecekti. İşte, zaman döngüsel olduğu için sadece geçmişi değil, geleceği hatırlamak da mümkündü. Kısacası hatırlama ile kehanet aynı şeydi. Öte yandan, filozof Aristâtalis gözler nasıl ki ışığı ve kulaklar da sesi algılıyorsa, hafızanın da zamanı algıladığını ileri sürmüştü. Müridinin yazdıklarına bakılırsa, İbni Parmen de hafızanın, tıpkı göz ve kulak gibi bir duyu organı olduğunu söyler görünüyordu. Bununla birlikte hafıza geçmişi ve geleceği algılamaktaydı. Ancak bu filozof, geçmişin ve geleceğin olmadığını söyleyerek Fisagorculardan ayrılıyordu. Mesela, 'Bir dedem var idi,' dendiğinde bundan, dedenin artık var olmadığı, 'Bir oğlum olacak,' dendiğinde ise oğlun henüz var olmadığı sonucu çıkıyordu. Öyleyse var olduğu söylenen herhangi bir şey geçmişte ve gelecekte olamazdı. 'Her ne kadar uzakta olsalar da zihinde şimdi bulunan şeylere bir bak' diyen İbni Parmen'e göre, 'şimdi çocuk olduğunu' ve 'şimdi ihtiyar olduğunu' hatırlayan, dolayısıyla 'algılayan' biri yanılmaktaydı. O, aynı zamanda hem çocuk hem de ihtiyar olamazdı. Ne çocuk ne de ihtiyar olan biri de, ezelî ve ebedî bir 'şimdi' içinde yaşıyor demekti. İşte bu yüzden o kişinin ölümsüz olduğunu kabul etmemiz gerekiyordu." (Sayfa 117)
 Amat eserinde, İhsan Oktay Anar mitolojiye olan hakimiyetini bir kere daha göstermiştir!

Bu kitabı üzerien anlatılabilecek, konuşalabilecek o kadar çok şey var ki! Ancak ben bunları bir şişenin içine koyup denize bırakmak taraftarıyım. Çünkü söyleyeceklerimin hepsi İhsan Oktay Anar'ın denizinde çoktan ortaya çıkmıştır!

Kitabın sonlarını nefessiz okudum. Amat'a ne oldu? İhsan Oktay Anar, kıvrak sonlarına bir yenisini daha eklemiş! İhsan Oktay Anar kitaplarıyla ilgili şimdiki hedefim, tüm kitaplarını inceleyerek okumak. Zira kendisine ait hangi fikir tohumunu nereye gömdüğünü bulmam lazım!

Bendeki nüsha Kocaeli Üniversitesi Merkez Kütüphanesi'ne ait olup, İletişim Yayınları'ndan 2010 tarihli sekizinci baskısı. Kitabın ilk baskısı 2005 yılındadır.



İletişim Yayınları Resmi Sayfası
Kitapyurdu.com

6 Mart 2013 Çarşamba

Kitab-ül Hiyel

0 yorum
İhsan Oktay Anar'ın bir başka mükemmel eseri! İhsan Oktay Anar bizi bu kitabında pastel renkli dünyasında mucitlerin hayatlarına bir yolculuğa davet ediyor! Kendi çizimleriyle de bezmiş olduğu bu şaheseri dişli çarklar arasında budasyom patlamaları vaat ediyor!

Yâfes Çelebi'nin hiyel(mekanik) merakıyla başlıyan bir serüven! Yâfes Çelebi'den sonra, onun uyguladığı kuvvetle çalışmaya başlayan çark, aynı evde iki kuşak daha döndürüyor. Yâfes Çelebi mekaniğe yatkın ve de meraklı bir kişi. Demirci çıraklığıyla başlayan ticaret hayatında ilk icadı bir makas-kılıç oluyor! Bu icadı onun demirciler çarşısından atılmasına sebep oluyor! Yâfes Çelebi'nin ustasının konuyla ilgili sözleri:
"Diğerleri senin yeteneğini görüp korktular. Çünkü gediğin elinden alınmasaydı onların bu ticareti yürütmeleri zor olacaktı. Yaptığın kılınç, onların bütün müşterilerini ellerinden alır, üstelik bunun arkası da gelir. Ama ben bambaşka bir sebepten ötürü onların kararına katılıyorum: Ustaların kılınç yapmak için saatlerce ve günlerce dövdükleri demir neden serttir, bilir misin? O, insan oğluna hemen boyun eğmez, çünkü onların, kendisiyle işleyecekleri suçları bilir. Bu yüzden de ortak olacağı günahların bedelini ateşte dövülürken peşinen öder. Zalimlerin kolları kendi erişilmez isteklerine göre çok kısadır. Tutkularının büyüklüğü onları böylece sakat kıldığından, bizim kılınç dediğimiz koltuk değneğini kullanırlar. İcad ettiğin silah işte onların tutkularını büyütecek ve zulümlerini arttıracak. Sen onların kollarını uzattın. Oysa kılınçlar yeterince uzun değil miydi?" (Sayfa 14)
Yâsef Çelebi'nin makas kılıncı.

Yâsef Çelebi'nin ustası Zekeriya Efendi işte böyle öğütlüyor. Ancak buna rağmen Yâsef Çelebi'nin mekanik aşkı dinmiyor. Aksine körükleniyor. Çizimlere döktüğü icatlar İmparatorluk Hiyel Nazırı Uzun İhsan Efendi tarafından kabul görmüyor. Sonunda doğrudan padişahın huzuruna çıkartmak adına "tahtelbahir"i icat ediyor! Lakin bu onun hayatını değiştirecek bir karardır.

Yâsef Çelebi'den sonra hiyel ilmini, onun azat ettiği eski kölesi "kara" namlı Calûd devam ettiriyor. Calûd'un iktidara olan meraki belki de doğuştandır ki daha köle pazarında kendini gösteriyormiştir. Calûd efendisinden sonra tüm dünyayı ele geçirmek planları peşinde koşmaya başlamıştır ki bu da onun kendi sonunu hazırlayışına delalettir. Calûd bir zaman sonra yardımcı arayışına girer. Son yardımcısı, yetim olan Üzeyir Bey'dir ki çocukluktan ergenliğe kadar hiyel ilmini Kara Calûd'dan öğrenmiştir. Ayrıca Kara Calûd o kadar çok eziyet etmiştir ki, Üzeyir kendi benliğini unutup Calûd'un aşıladığı benliği yaşamaya başlamıştır.

Uzun İhsan Efendi'den:
"Önce bir yıldız gördüğünü sandı. Oysa bu sadece bir noktaydı. Böylece kör olmadığını ve her şeyi gördüğünü anladı. Çünkü gördüğü noktanın olmaması, bütün gözlerin kör olması demekti." (Sayfa 148)
Nokta üzerine:
"Arapçada noktasız ha ile yazılan tahayyül, becerikli olmak, maharet göstermek, hiyle yapmak, hiyel ilmiyle uğraşmak, hiylekâr ve hiyelkâr olmak gibi anlamlara geliyordu. Noktalı hı ile yazılan tahayyül ise hayal etmek, imgelemek anlamına geliyordu." (Sayfa 149)
İhsan Oktay Anar yine mükemmel bir şaheser ortaya koymuş!

Kitabın İletişim Yayınları'ndan 2011 yılındaki 22. baskını Kocaeli Üniversitesi Kütüphanesi'ndeki kopyasını okudum.


İletişim Yayınları Resmi Sayfası
KitapYurdu.Com

1 Aralık 2012 Cumartesi

Yedinci Gün

0 yorum
İhsan Oktay Anar'ın son kitabı! Merakla bekleniyordu. Neyseki çıkışıyla edindim bir tane. Yedinci Gün'de olayların akışı biraz daha hızlı ve biraz daha gizli saklı. Bu da kimi zaman takibi zorlaştıryor. Ancak Anar'ın üslubu yine harika!

Eser biraz bilimkurgu biraz fantastik. Bunların İstanbul'da geçmesi de ayrıca güzel. O zamanların sokaklarında dolaştırıyor! Yedinci Gün bir aşk hikayesi aslında. Sevdiğinin peşinden koşan bir adam: İhsan Sait. Sevdiği kadına ulaşmak için zeplin yaptırır. Hayatını anlamlı kılan da bu aşktır. Öncesinde kendine uğraşlar bulan, hayatını öyle ya da böyle idame ettiren bir Moğol. Bir hayalet Döjira'nın resmini getiriyor. Sonra da Döjira'dan bir mektup. Böylelikle İhsan Sait'in hayatı değişiyor. Hayaleti fotoğraflamayı da başarıyor! İş budur ki hayalet aynı kendisi! Hayaletin yüzünde İhsan Sait'ten farklı olarak derin bir yara izi var.

İhsan Sait böylelikle gelecekten gelen Döjira'nın mektubuyle ve fotoğrafıyla, ona kavuşma hayalleri içinde zeplinin bitmesini için uğraşır. Ancak Ali İhsan'la karşılaşır ve Ali İhsan, İhsan Sait'in oğlu olduğunu iddia eder.

Kitabın sonu yine her zamanki gibi güzel! Kitaba başladıktan sonra size bir tavsiye: 20-34223 seri no'lu paranın adının geçtiği sayfaları işaretleyin.

İhsan Oktay Anar Yedinci Gün'le yine harikalar yaratmış ve defalarca okunabilecek bir eser sunmuş.Kitap İletişim Yayınları'ndan 2012 yılında basıldı.




KitapYurdu.Com
İletişim Yayınları Resmi Sitesi

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Efrâsiyâb'ın Hikayeleri

3 yorum

İhsan Oktay Anar kitaplarına devam ediyorum. Bu sefer ki kitabı kütüphaneden aldım Şimdiden belirtmek isterim ki kitabın ve hikayelerin içeriğiyle ilgili çok fazla bilgi olacak.

Efrâsiyâb'ın Hikayeleri bir kabadayının üzerinde başlıyor. Kabadayı mahallesinde racon keserken bir gün Ölüm'ün nefesini ensesinde hissediyor ve olaylar cereyan etmeye başlıyor.

Ölüm'ün canını almak istediğini bilen kabadayı, Ölüm'e bir oyun oynamayı teklif ediyor.Eğer kabadayı kazanırsa Ölüm kabadayıya yaşaması için yüz sene verecek eğer kaybederse Ölüm onun ve oyun arkadaşının canını alacak. Oyun için "kozlu bir oyun" yazmış ve malum okey oyununu anlatmış. Oyun için eş bulma süreleri ayırıyorlar kendilerine ve kabadayı kankardeşini ayarlıyor. Ölüm'se kabadayıdan sonra canını alacağı Cezzar Dede'yle anlaşıyor. Ölüm ve Cezzar Dede oyunu kazanıyor. Daha sonrasında Ölüm Cezzar Dede'ye bir teklifte bulunuyor: Cezzar Dede'nin vefatının adaletli olabilmesi için oyun oynamaları gerektiğini söylüyor. Cezzar Dede şu şekilde bir cevap veriyor:
"Ama ben, bugüne kadar kazanmak için oynamadım hiç. Oyunun bana verdiği zevkle yetindim."
Cezzar Dede bu cevapla birlikte nasıl bir oyun oynayacaklarını soruyor. Ölüm'ün cevabı:
"Seninle, verdiği zevk dışında hiçbir amacı, kuralı ve şartı olamayan bir oyun, yani gerçek bir oyun oynayacağız. ... Bir konu seçip, birbirimize hikayeler anlatacağız. Kazanma amacıyla değil, sadece anlatmanın zevki uğruna. Her hikayen için senin bir saat yaşamana izin vereceğim. Ne dersin?"
Oyun başlıyor, ilk hikayenin türü korku ve önce Ölüm anlatıyor: Güneşli Günler.

Anadolu'da bir yerlerde bir yatılı okulda geçen hikaye; okulun Kont lakaplı müdürü ve Sağır lakablı resim öğretmeni üzerine denebilecek, Kont'un kan ihtiyacını bir resim dahisi çocuktan gidermesini anlatıyor. Çocuklardan birisi bir gece iskambil kağıtları üzerine girilen iddia sonucunda yatağından çıkıyor ve olanları görüyor.

Kanı emilen çocuğun adı Bora Mete, resme yetenekli devamlı gülümseyen al yanaklı bir çocuk. Sağır ona yağlı boya seti veriyor. Güneşli bir günde derslere girmemesini salık veriyor ve manzara resmi istiyor. Ancak karşılığında da kanını istiyor. Burada belirtmek isterim ki Sağır'ın güneş resimleri Bora Mete'ninkinden daha kötü. Çocuk öldükten sonra Sağır'dan itiraf gibi bir cümle okuyoruz:
"Sana ışığı vaadetmiştim.Üzgünüm kanı, ışığa tercih eden sen oldun. Böylece hayat senin için ışık değil, kanın ta kendisi oldu."
Sıra Cezzar Dede'de, hikayesi Bidaz'ın Laneti.

Hayatını hazine hülyalarıyla geçiren yaşı da geçkin, kayınvalidesinin dilinden çeken bir adama sonunda talih güler. Dokunduğu her şeyi altına çeviren bir lanetli kralın, kendini yanlışlıkla altına çevirmesinden sonra koyulduğu kabrin haritası ayağına gelmiştir. İşler buradan sonra çetrefilleşecektir.

Böylelikle "korku" etabı bitiyor. Bu arada hala Uzun İhsan'ı kovalamakla meşguller. İstanbul'da bir oraya bir buraya Uzun İhsan'ın peşinden gidiyorlar. Kim bu Uzun İhsan? Cezzar Dede'den sonra sırası gelen kişi.

Yeni etap, din. Cezzar Dede, Bir Hac Hikâyesi'ni anlatmaya başlıyor:

Birbiriyle çekişen iki köyün imamlarından biri hacca gitmeye niyetlenir. Bunun haberini alan diğer köy de kendi imamlarını hacca göndermek için köyün ağasından para isterler, ağa da kendi oğluyla, babasını da yanında götürmesi şartıyla parayı verir. Oğlan, çok hareketli ve saldırgan, ağanın babasıysa aksi mi aksi bir adam.  Bu sırada eline Medeniyet Tarihi adında bir kitap geçen imamın aklını orada gördüğü bir heykel resmi kurcalar. Sessizleşir, mahsunlaşır. Derken kapısında köylüler, ellerinde parayla bitiverirler. Kabul eder ve hac yolculuğu başlar. Ancak bu yolculuk Mekke'ye değil başka diyarlara uzanmaktadır.

Bu hikayeden sonra sıra Ölüm'e geliyor, Dünya Tarihi'ni anlatmaya başlıyor.

Bir tüccar rüyasında ak sakallı bir zatı muhterem görür. Bu kişi, on parasını pulunu, varını yoğunu satmasını,  Acıpayam Dağı'na gelip kendisini bulmasını söyler. İşte böylelikle işler dallanır budaklanır... Rüyasında gördüğü kişinin aslında kendisi olduğunu ve bu yolculuğun kendine yolculuk olduğunu en sonunda anlayacaktır.

Bu hikayeyle birlikte bir etap daha sona ermiştir. Sırada aşk var. Ezine Canavarı'yla Cezzar Dede anlatmaya başlıyor.

Bir kasap eşini kaybettikten sonra dört yiğit oğluna hem analık hem de babalık etmiştir. Lakin artık evlenme vakitleri gelmiştir de geçiyordur bile... Bu sebeple tanınan bilinen bir çöpçatana derdini anlatır. Ancak evlerinin bir odasında, erkek temizliğinin yetersizliğinden, kocaman bir fare peyda olmuştur ve de oradan onu atamamışlardır. Dört erkek kardeşe dört kız kardeş bulmam niyetindedir. Daha önce gelen dul hanımın dört kızı vardır. Velhasıl artık onların mürüvetini görmek istemektedir. Böylelikle bu simetriyi bulan çöpçatan bunları başgöz etmek istemekte, büyüğünü büyükle, ortancayı ortancayla, küçüğünü küçükle, dulları da birbiriyle eşleştirip evlendirmek ister. Görücüye gidecekleri erkek tarafının evine gelen mahallenin dedikoducu kadını yüzünden odadaki farenin söylentisi çabucak yayılır. Kız tarafı bu işin hallolmasını yoksa izdivacın olmayacağını haber verir. Hal böyleyken fareyi öldürmek adına erkek tarafı odaya baskın düzenlerler ancak fare uyanır, ortalık can pazarına dönüşür bu hengamede yangın çıkar ve erkek tarafının evi yanar. Ev yanmasına yanmıştır ama fare hala hayattadır ve kendisine başka yuva arar. Kız tarafı yangını haber alınca bu işin olmayacağını, dayalı döşeli ev olmadan evlenmeyeceklerini söyler. Böylece evlilik hayalleri suya düşer. Fare, gide gide bu kız tarafının evine gider ve orada yavrular.

Cezzar Dede, kavuşunca meşk, kavuşmayınca aşk olur diye de hikayesine açıklama getirir. Sıra Ölüm'dedir. Hırsızın Aşkı da hikayesi:

Bursa iline yakın kasabalardan birinde geçimini hırsızlık meziyetiyle geçiren büyük bir aile vardır. Bu ailede deden toruna kadar herkes hırsızlıkla ilişkili işler yapmaktadır. Ancak torunlardan biri, Fezai, bu işi naif ve zarif ruhlu olması nedeniyle reddeder. Ailenin en büyüğü, dede, karar verir. Fezai keman çalacaktır. Bursa'ya gelen ünlü bir virtüözün kemanı, usta bir kemancı tarafından yapılmıştır ve kemana paha biçilemiyordur. İşte Fezai bu kemanı çalacaktır. Virtüözü gören Fezai, aşık olur... Ama kemanı da çalmak zorundadır. Velhasıl kemanı alıp eve dönmüştür ama içindeki ateş bir kez alevlenmişti. İçin için yanan çocuk sonunda kemanı çalmayı, ondan sesler çıkartıp dinlemeyi, sevgilisini dinlemeyi arzulamıştır ve böylece keman çalmayı öğrenir! Usta olmuştur artık ancak bir gün eve geldiğinde sevgilisini göremez ve öğrenir ki babası kemanı satmıştır. Satanın peşinden gider ve kemanını alan kişinin konser verdiği salonda konser esnasında bulur. Sahneye fırlayıp kemanını alır. Tüm kolluk kuvvetleri Fezai'nin peşine takılsa da çatıya kadar Fezai'yi yakalayamazlar. Sonunda çatıda köşeye sıkışan Fezai başlar kemanını çalmaya...

Bu hikayeyle birlikte bir etap daha bitmiştir. Sonraki etap cennet konuludur. Şarap ve Ekmek hikayesiyle Cezzar Dede anlatmaya başlar.

Kayseri'de Zeynelabidin adında yaşı 27'yi geçmiş evlenmeye yanaşmayıp yaşlı annesini bedbaht eden bir oğlan vardır. Oğlunu evlendirmeye razı edemeyen anne sonunda, oğlu için sakladığı takı paralarını ona verir, bir iş tutup baltaya sap olmasını diler. Zeynelabidin de bu sermayeyle şehir şehir dolaşıp sofular için yazmalar,  dualar hatlar satmaya başlar. Bir gün cuma namazına gider ve şans budur ki sevmediği çocuklar için vaaza denk gelir. Çocukların ne kadar saf ve cennetlik olduğunu anlatan imamın gözyaşlarına boğulmasına anlam veremez. Kafasına takılır, içi sıkılır. Akşamına bir meyhaneye gidince imamın da orada gözyaşlarıyla içtiğini görür. Meyhaneciye olayı sorar. İmamın Bestenur adında bir kızı olur. Bunu kendi sütninesine büyütmesi için verir. Bebek büyüdükten sonra babasına döneceği vakit sütninesi Bestenur'a üzümsuyu ve ekmek verir. Eğer içerse cennete yükselecektir. O yüzden içmemeli ve babasına götürüp yola gelmesini sağlamalıdır. Yolda kötüyle karşılaşır ve o kötü buna üzümsuyunu içirir, ekmeği yedirtir. Sonradan olayı kavrayan Bestenur, bir tohum diker ve o büyüğünceye vakti olsun diye dua eder. Gözyaşlarıyla sulanan tohum filizlenir. Kötü tekrar gördüğünde büyümüş olan ağacı görür durumu anlar ve Bestenur'la babasını bulmaya gider. Babası Bestenur'la inzivaya çekilmiş, çöp gibi kalmıştır. Çünkü Bestenur ona cennete yükselirken ayağından tutmasını, zayıf olursa onu taşıyabileceğini anlatmıştır. Derken Bestenur fırına ekmek almaya gittiğinde Kötü pencerenin kenarına sıcak, yağlı mı yağlı bir güveç koymuştur. Nefsine hakim olamaz ve güveci yer bitirir. Bestenur geldiğinde ayakları yerden kesilir. Ancak babasını taşıyamaz ve kendi başına cennete yükselir...

Sıra Ölüm'dedir ve bu hikaye de son hikayedir.Gökten Gelen Çocuk.


Çocukları olmayan geçkin bir çift vardır. Yaşları elliye varmıştır. Ancak Kent ailesinin özlemi bitmemiştir. Derken bir gün bahçelerinde şimşek çakar. Çıkıp baktıklarında bir oğlan çocuğu olduğunu görürler. Anne hep bir kızları olsun, ismi güler olsun istemiştir. Çocuğun oğlan olması onu üzmüştür. Çocuğun ismi Gülerk olur. Babası ona dedesi Sabri'den kalma, göğsüne dedesinin adının baş harfi S işli mavi bir elbise ve kırmızı bir pelerin verir. Bunu giymesini ve herkese yardım etmesini söyler. Ancak annesi onu temiz, pirüpak bir efendi oğlan olarak yetiştirmek ister. Efendi çocuk kıyafetleri ve gözlüğü alır ve çocuğu giydirir. Seyyare adlı yerel gazete de iş buluverir. Üstü kirlenirse ona annelik etmeyeceğini söyler. Annesiyle babasını üzmemek için Gülerk babasından aldığı elbiseyi, sonra da annesinden aldıklarını mavi elbisesinin üstüne giyer. Bu çekişmenin ortasında kalmıştır. Üstelik gazetede vurulduğu Yelda isimli kız da göğsünde S yazan mavi elbiseli çocuğu sevmektedir! Sonunda dayanamaz ve caminin minaresine çıkıp atlar! Leylek gelir onu yakalar ve göklere uçurur...

Bu hikayeyle son etap da bitmiştir. Ölüm'le Cezzar Dede konuşmuştur konuşmasına ama Cezzar Dede İhsan Oktay Anar'dır sanki... Ölüm'le felsefi bir anlatı! İçinde o kadar çok şey var ki... Hangi birini detaylandırayım! Ancak, alıştığımdan olsa gerek, Cezzar Dede son hikayeyi anlatıp, o ana kadar anlatılmış tüm hikayeleri bir şekilde kesiştirecek diye bekledim. Bu beklentim beni hayal kırıklığına uğrattı mı? Pek tabi ki hayır. Etaplarla tüm yaşam hakkında fikir beyanı okudum ve gayet mutluyum!

Cezzar Dede'yle Uzun İhsan'a ne olduğunu okuyunca göreceksiniz.

Kitap:
İletişim Yayınları
KitapYurdu.Com

4 Mayıs 2012 Cuma

Suskunlar

0 yorum

İhsan Oktay Anar'ın her eseri birer şaheser! Bu kitabında da üslubu masalsı ve bu üslubuna fantastik dünyayı da ekleyince harika bir eser çıkmış ortaya. İçinde çok şey var. Çok fazla hem de.
"Belki de susmak, gerçeği anlamanın tek yoluydu."
Suskunlar, aslında bir mezarlığın adı ve kitabın içinde sadece iki kere kelime olarak geçiyor. Zaman çizgisinde hayatları bir şekilde kesişen insanların hikayelerini dinliyoruz. 

Her şey Âsım'ın hayaletinin peydah olmasıyla başlıyor. Sonraları öğreniyoruz ki Âsım'ın hayaleti sevdiği kız Nevâ için kalmış dünyada.

Sofuayyaş'ta Kalın Musa oğlu Veysel Bey'in ikiz oğulları Dâvut ve Eflâtun'un hikayeleri aslında. Dâvut, hayalet hikayelerinin kol gezdiği o zamanlarda bir akşam,ustalarıyla iş çıkışında yürürken, hayaletin ilk görüldüğü sokağa gelir. Hikayeyi dinler dinlemesine ama o sokağa girmek için can atar. Müsaade alıp sokağa girer ve Nevâ'yı orada görür ve aşık olur. İşte olayların dallanıp budaklandığı yer orasıdır.

Tağut adındaki kötücül varlık Neyzen Bâtın Hazretleri'nin düşmanı. Neyzen Bâtın Hazretlerinin oğlu Zâhir'in Konstantiniye'de zuhur etmesinden sonra olayların çözümüne yaklaşıyoruz. Zâhir, insaları neye şarkılarıyla çağıran mübarek bir insan. Ancak Pereveli Hacı İskender'in etkisiyle galeyana gelen halk onun peygamber olduğunu iddia ettiği iftarısını atıp onu zındık ilan etmişlerdir. Bir zaman linç edilen Zâhir'in kaşının açılması sonucunda gülümsediğini gören şakirtlerinden birinin sorduğu soruya verdiği karşılığı unutmak ne mümkün!
"Yarasının sarılmasını istemeyen Zâhir başındaki yaranın kendisine değil de başına o taşı fırlatan şu öfkeli zavallı adamlara âit olduğunu söylüyordu. Asıl yara onlara ait olduğuna göre, gerçek acıyı da onlar çekiyor ama ne kadar ıstırap içinde olduklarını bilmiyorlardı."
Neyzen Bâtın'ın hayat nağmesi'ni dinleyenin ölümsüzlüğe kavuşacağı rivayet olunur. Yedi musiki üstadı arasından sadece birisini bunu dinleyecektir. İşte bu sebeptendir ki Konstantiniye'de musiki üstatları sırayla katledildi. Hayat nağmesinin kimin dinlediğini burada söylemeyeceğim.

Şaheser Yegâh başlayıp Dügâh ile devam edip Segâh'ta karar ediyor. İhsan Oktay Anar bize böyle de güzel bir musiki dinletiyor!


 Bendeki kitap İletişim Yayınları'ndan 7. baskısı.

Kitap:
İletişim Yayınları
KitapYurdu.Com


19 Şubat 2012 Pazar

Puslu Kıtalar Atlası

0 yorum
Bir şaheser! İhsan Oktay Anar'la tanışmam bu kitap sayesiyle oldu. Bazı kitaplar bir çırpıda okunur, insan elinden düşüremez. Bu da onlardan. Şimdi ne olacak?.. Kişiler zaman çizgisi boyunca kendi parçalarında geçiyor. Sonunda zaman çizgilerinin kesişimi şaşırtıyor!

Uzun İhsan Efendi evinden çıkmadan bir dünya atlası yazıp çizmek ister. Bu sırada eline Rendekâr'ın kitabı geçer. "Düşünüyorum, öyleyse varım" diyor Rendekar.Uzun İhsan Efendi bunun üzerine düşünüyor.

İhsan Oktay Anar masalsı anlatımıyla alıp götürüyor Konstantiniye'ye. Uzun İhsan Efendi'nin oğlu Bünyamin'in o melun parayla karşılaşma hikayesini okuyoruz. Kişilerin renkliliği, kesişmeleri arasında Konstantiniye sokaklarında geziniyoruz.

Kitabın sonunda, o meşhur paragraf, varlığı tekrar sorgulatıyor. Oğluna bıraktığı Puslu Kıtalar Atlası'nda oğluna yazdığı mektupta okuyoruz:
"Ne var ki ben, kendimle ilgili bazı meseleleri hala çözebilmiş değilim. Rendekâr düşünüyor olmasından varolduğu sonucunu çıkarıyor. Ben de düşünüyorum, dolayısıyla varım, ama kimim? Galata'da, Yelkenci Hanı bitişiğinde ikamet eden Uzun İhsan Efendi mi, yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra, sözgelimi İzmir'de oturan mahzun ve şaşkın adam mı? Hangimiz düş ve hangimiz gerçek? Düşünüyorum, o halde ben varım. Düşünen bir adamı düşünüyorum ve onun, kendisinin düşündüğünü bildiğini düşlüyorum. Bu adam düşünüyor olmasından varolduğu sonucunu çıkarıyor. Ve ben, onun çıkarımının doğru olduğunu biliyorum. Çünkü o, benim düşüm. Varolduğunu böylece haklı olarak ileri süren bu adamın beni düşlediğini düşünüyorum. Öyleyse, gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum."

Evinden çıkmadan bir atlas çizme peşinde olan Uzun İhsan Efendi, oğlu Bünyamin, eski hırsızlardan o zamanın dilenci kethüdası Hınzıryedi, Büyük Efendi Ebrehe, sakallı maymun Müşteri, Lağımcılar başı Vardapet, Arab İhsan, esirliği Alibaz namı Efrasiyab... Adını unuttuğum diğerleri... Bu Puslu Kıtaların arasındaki Konstantiniye'deler. İhsan Oktay Anar'ın masalsı anlatımıyla okunmayı, yaşanmayı bekliyorlar.

Şaheser İletişim Yayınları'ndan ilk baskısını 1995'te yapmış.Bendeki 36. baskısı 2009 tarihli.

Kitap:
İletişim Yayınları
KitapYurdu.Com
 
Copyright © Kitaplık
S.Y.