3 Mart 2014 Pazartesi

Fahrenheit 451

0 yorum

Ray Bradbury eseri. Mutlaka okunması gereken kitaplardan. Kütüphanenin demirbaşlarından.

Guy Montag bir itfaiyecidir. Lakin görevi söndürmek değil yakmaktır! Toplumun yavaş yavaş kitapları dışlaması sonucunda devletin işe el koyarak görevlendirdiği itfaiye, tüm kitapları yakar! Bir zamanlar itfaiyenin yangınları söndürdüğü gerçeği ise sadece bir efsane haline dönmüştür.

Guy Montag, komşusu 17 yaşındaki Clarisse McClellan ile sohbet etmeye başlar. Bu genç kız farklıdır.
"Bahse girerim ki senin bilmediğin bir şeyi daha ben biliyorum. Sabahları çimenlerin üzerinde çiy tanecikleri olur."
Montag birden bunu bilip bilmediğini anımsayamayınca huzursuz oldu. (sayfa 31)
Bu farklılığı -insanlığı- Guy Montag'ı da etkilemeye başlar. Kendine bile itiraf edemediği gerçeklerle yüzleşmeye doğru adım adım ilerler.

Ray Bradbury oluşturduğu dünya ile çok ilginç bir "gerçekliğe" bizleri götürüyor. Duvar boyutunda televizyonlar insanları mutlu etmekle görevlidir. İnsan mutlu olmak için varsa, kafa karıştırıcı kitaplara neden ihtiyaç duysun ki? Kitapların dışlanması böyle başlıyor. Diğer ilginç nokta ise televizyonun "aile" olarak adlandırılmasıdır. Bu kitap ilk baskısı 1953 tarihindedir! 61 sene öncesi demek! 61 sene öncesinden günümüze uzanan bu eseri bir distopyadan "çağdaş edebiyat" sınıfına almak hata sayılmaz. Kitabın ilerleyen sayfalarında bir şekilde kitap buludurmak cezasından -kitaplarını ve ikametgahlarını kaybederek- ülkenin derinliklerine kaçan bir gruptan bahsediliyor. Kitabı günümüzden ayıran tek şey bu olsa gerek, bizler kitaplarımızı kaybetmeden kaçabilmiş bir topluluğun temsilcileriyiz.
"Orada değildin, görmedin," dedi Montag. "Kitaplarda bir şeyler olmalıydı, hayal edemeyeceğimiz bir şeyler, kadının yanan evde kalmasını sağlayacak bir şeyler; orada bir şeyler olmalı. Bir hiç için kalmazsın."
"Kadın enayiymiş." (sayfa 85)
Kitabı okurken bolca düşündüğüm konulardan biri de bu "kitap savaşları" olmuştu. Böyle bir savaş durumunda olabilecekleri tahayyül etmek tuhaftı. Zira kaçan grupta üniversite hocaları vardı ve bu insanlar öğrenci bulamadıkları için üniversiteler kapanmıştı. Toplumun, kendiliğinden kitaplardan uzaklaşır mı sorusunun doğal cevabının hayır olmasını beklemek, günümüz gerçekliğiyle çelişmektedir. Beatty'nin anlattıklarıyla Fahrenheit 451 toplumu görülerek, günümüz toplumuyla karşılaştırmak sonucunda, Fahrenheit 451'e pek de uzak sayılmadığımız anlaşılır.
Hepimiz birbirimize benzemeliyiz. Hiç de, anayasanın dediği gibi, kimse eşit ve özgür doğmamıştır, herkes eşit yapılır. Her insan bir diğerinin sureti olunca herkes mutlu olur, ortada çekinilecek, korkulacak, herkesin kendisini yargılamasına yol açacak dağlar yok olur. (sayfa 95)
Onlara yarışmalar düzenle, en popüler şarkıların sözlerini, devletlerin başkentlerini veya Iowa'da geçen yıl ne kadar mısır yetiştirildiğini bilerek kazansınlar. Onları patlamalarına neden olmayacak bilgilerle doldur, öyle lanet olası 'olaylarla' tıka basa yap ki, kendilerini bilgileriyle gerçekten "zeki" hissetsinler. (sayfa 98-99) 
 Fahrenheit 451, kitap -imgesiyle değil, doğruca- ile birlikte geleceğin(?) toplumsal zihni bakımından bir kehanet romanıdır.

Bendeki kitap İthaki Yayınları'ndan Zerrin Kayalıoğlu ve Korkut Kayalıoğlu'nun birlikte çevirisiyle Eylül 2013 tarihli ikinci baskısıdır. Ayrıca Ray Bradbury'nin Şubat 1993'te yazdığı önsözü de içermektedir.

Kitap:
İthaki Yayınları
Kitapyurdu.com
İdefix.com
Dr.com.tr

Alfabe Fanzin Sayı 9

0 yorum

Bir sayı daha geldi!
Alfabe
dokuz aylık
bir gebe. (sayfa 4 - Ömer Kaçar-Kenarda Kalmışlara...)
 Çiğdem Koç'un imzasını taşıyan, yine muhteşem bir kapakla başlıyor yeni sayı. İlerleyen sayfalardaki çizimler de Çiğdem Koç imzasını taşımaktadır. Arka iç kapak Yaşlı Bunak imzasını taşımaktadır.

Muhteviyat:
Sunuş; Kenarda Kalmışlara... - Ömer Kaçar
Şiir; Rita'nın Şaşırtıcı Gözleri - Mehmet Şimşek
Öykü; Otlar ve Soluk - Fırat Akova
Şiir; 81 - Umut Tugay Temel
Öykü; Saniye - Kübra Kobya
Şiir; Unutmak Üzere - Canset Er
Öykü; Öğrenmek Yolculuğunun Sırları - Birce Altın
Şiir; Düşündereye Ağıt - Burak Çıkırıkçı
Öykü; İsimsiz İlişki - Kerem Şahintürk
Düzyazı; Kime Ne? - Tan Doğan
Şiir; Füg - Ömer Kaçar
Şiir; Nokta - Hakan Özalpuk
Şiir; Yalnızlık - Dilek Ayrıbaş
Öykü; Üç İğrenç Hikaye- Berat Doğan Özkabadayı
Deneme; Epilepsi - Uğur Ufuk Çalışkan
Şiir; Yüksek Mahkemeler Üçlemesi - Berk Çetin
Şiir; Havva Kanı - Ece Çavuşlu
Öykü; İsyan - Samet Yangın
Öykü; Cacık - M. Run
Öykü; İkram - Tuba Kır
Şiir; Yıllar Sonra Günaydın - Mert Öztürk
Şiir; Kısır - Ufuk Aymaz
Deneme; Zamanın Ta Kendisi - Ufuk Dönmez
Söyleşi; Işıl Ölmez İle Fanzin Dünyasına Bir Bakış - Samet Yangın

Ömer Kaçar'ın imzasıyla Kenarda Kalmışlara... sunuşuyla fanzin başlıyor.
Bana öyle geliyor ki anlatamadığımız bir yığın hikayemiz var. Biz -haykırarak tekrarladığınız yeni nesil!- ölmeyi bekleyen eski zaman fotoğraflarını birleştiriyoruz, bir nebze. Bu fotoğrafların pikselleri harflerden oluşuyor, sermayemiz alfabe. 
Rita'nın Şaşırtıcı Gözleri'ne Mehmet Şimşek dipnot düşmüş; Enver İbrahim'den esinle.
büyüdün rita, gözlerin de
gönlü sığ adamları bulandır
 Otla ve Soluk'ta Fırat Akova bir kişi anlatıyor, koşuyor...
Otlar, otlar, otlar... Aralarından sıyrılıyordu durmamacasına. Durmamacasına, bir koşuda alınıp verilen soluk dışında bir şeye tanık olmadı.
Olmadı. Soluk alıp verirken soluklaştı.
81'de Umut Tugay Temel:
Belki bir deniz kenarına, belki öksüz bir sardunyaya
Ama mutlaka gideceğim; 
Saniye'de Kübra Kobya, bir yazarı anlatıyor. Ondört romanı iki deneme kitabı olan bir yazarı anlatılıyor ve yazar daha girişte itiraf ediyor:
Kırk altı saat on dört dakika otuz beş, otuz altı, otuz yedi, otuz sekiz... Sayma, sayma artık! Saniyeleri sayma. Ben öldürdüm. Karımı ben öldürdüm. Aklım yerindeydi üstelik cinnet falan da geçirmiyordum. Böyle yazılmasın gazetelerde. Sakın böyle yazılmasın: "Cinnet geçiren romancımız, eşini ucunu kör bir bıçakla yonttuğu kalemiyle öldürdü." Yazılmasın. 
Unutmak Üzere'de Canset Er:
Cebimdeki hikâyeleri çıkarıyorum,
okumaya başlıyorum,
kelimelerin çoğunu bilmiyorum.
Tasvir edilen zaman, mekân ve kişiler
buradan çok uzakta olmalı,
            öylesine yabancılar;
            biz yabancılara.
Öğrenmek Yolculuğunun Sancıları'nda Birce Altın bize iki insan, bir şehir ve yasak aşkları anlatıyor.
Sakin bir şehirde ya da bir köyde yaşayanlar benim bu apansız mutluluğuma bir anlam veremeyebilirler ama caddelerde, sokaklarda park edilen arabalar yüzünden kaldırımda yürüyemeyenler, evden çıkarken kapılarını defalarca kilitleyenler, geceleri her türlü gürültüyü hırsıza yorup aniden yataktan fırlayanlar, iş çıkışında boş otobüse yetişme telaşında olanlar, metrobüs mücadelelerinde hep kaybetmeye mahkûm olanlar, her gün skandallarla çalkalanan okullarda okuyan ve çalışanlar, yaşlı ve zor yürüyen bir adamın çekilip size yol vermesinin ne demek olduğunu anlayabilirler. Bu demektir ki bu şehir bunca yüke rağmen durabilir ayakta, hâlâ insana inanılabilir, bağırıp çağırmadan konuşmayı, anlaşmayı başarabilir ve bu şehir bizim aşkımızı kabullenebilir.Bu demektir ki bu şehir bunca yüke rapmen durabilir ayakta ve bu şehir bizim aşkımızı da kabullenebilir. 
Düşündereye Ağıt'ta Burak Çıkırıkçı:
Aynı yokuşun sonunda bir ev.
Çok şişman bir kadının cılız sesli kocası
-ister istemez nasıl seviştiklerini merak ediyorsunuz-
Ayakkabısının altına koyduğu gazete kâğıdında
Tarihi çoktan geçmiş bir kaza haberi;
Yine uçurumları tutmuşlar,
İberya'da bir garda,
Şairlerin yazdığı bir gece tirenini devirmişler.
Siyah beyaz fotoğrafta,
Vurulmuş, kan kaybeden atlar gibi hüzünlü insanlar.
İsimsiz İlişki'de Kerem Şahintürk bize bir çift anlatıyor. Bazen aylarca birbirlerinden habersiz yaşayan bu iki insan, aynı evde bir araya geldiklerinde, hiçbir şey olmamış gibi, hayatlarına devam ediyorlar.
Bir de sana âşık olup olmadığımı düşünüyorum. Bunun için hiç dönmeme ihtimalini aklıma getiriyor ve duygularımı kelimelere dökmeye çalışıyorum. Bir insana âşık olup olmadığınızı ancak onu kaybettiğinizde anlarsınız.
Tan Doğan, Kime Ne? diye yazıyor. "çekip gitmiş/gidecek yazar ve şâirlere..." diye ithaf ediyor.
...Ve insan insanı kemirip yok etmiş; ne aş kalmış ne de aşk. Dünya da yokmuş gerçekte, gerçek de, düş de... 
Füg'te Ömer Kaçar, besteliyor:
Sırtımda yük,
sayfalarca kitaplar,
yüküm, sırtımdan ağır.
Çantamda küf kokan
ekmek kırıntıları. 
 Nokta'da Hakan Özalpuk:
Ummanda yol alıyorsun,
kayıkçı kör olsa kime ne!
Yalnızlık'ta Dilek Ayrıbaş:
şu soğuk şubat gecesinde
yalnızlığım tavana vurdu
ben dibe
Üç İğrenç Hikaye anlatıyor bize Berat Doğan Özkabadayı.
Arkasına döndü ve dedi ki: "Ulan Kız Kulesi, sen de az .rosbu değilmişsin!" 
Epilepsi'de Uğur Ufuk Çalışkan, toplum üzerine bir deneme yazıyor:
Esir alındığımız tiranlık. Toplum dediğimiz şey aslında bir karton yumurta, yani yığınların bir araya gelmesinden daha kötü ne olabilir ki? Ben-sen-biz-siz-onlar… Aslında olmayan bir bireycilik ve sahte bir empaticilik oyunundan başka bir şey değil. Hepimiz buna kendi içimizden birer lider seçerek katılır, daha sonra yönlendirilmeyi bekleriz. Aslında buna birlik ve bir olmak da denir.
Yüksek Mahkemeler Üçlemesi'nde Berk Çetin:
Herkes biraz az insan biraz fazla konuşkan
Meramıdır herkesin biraz daha az ölmek 
Havva Kanı'nda Ece Çavuşoğlu:
havanın elleri kesik, havvanın kanı akıyor
harman niyetine, tüm bildiklerini yakıp önüne
koyarsan belki, bir bardak demli çay eder 
İsyan'da ben varım. Alfabe Fanzin, dokuz sayı olmuş, dokuz ay demek... Zamanın bu hızı ardında birikmişleri görmek ayrıca güzel. Herkesin, kalemine, fırçasına sağlık!

Cacık'ta M. Run bize Manço Dede'yi anlatıyor:
Ha!..
Bir de Manço Dede var.
Onu atlamak olmaz.
O ölünce annem iki gün boyunca ağlamış. Neyse ki ben onu ölümsüz olduğu zaman tanıdım.
Kara sevdayı,
sevdiğimizi allayıp pullamayı,
can bedenden çıkmayınca unutulamayacağını,
deveyi hendekten atlatmayı,
Âdemoğlunun kızgın fırın, Havva kızının mercimek olduğunu ondan öğrendim.
Bence iyisi mi siz Manço Dede’nin “Cacık” adlı şarkısını dinleyin. Orda tam da benden bahsediyor. 
İkram'da Tuba Kır, bize bir evsizi -en iyi dostu köpekler- anlatıyor.
Sevinçle dumanı tüten tavuk suyuna çorbasını ağzı yana yana, çabuk çabuk, bol ekmekle kaşıkladı. Yan masada oturan küçük kızın onu izlediğini epey sonra fark etti. Birbirlerine gözleriyle gülümsediler. Çocuğun annesi: “Bu tabak bitecek, önüne bak!” diyerek kızını çekiştirdi. Evsiz adam umursamadı ve önüne konan ne varsa günlerin açlığı ve iştahıyla sildi, süpürdü. Yine ayaklarını sürüye sürüye kalabalık muhallebiciden çıktı.
Yıllar Sonra Günaydın'da Mert Öztürk:
Öyle yorgunum ki kıvrılıverdim yanlarına
bundan böyle sekiziz biz
efsanelerdeki yeni eskiz 
Kısır'da Ufuk Aymaz:
Dilinden irin akanların kurtuluşu
Bir suskunlukla gelecektir.
Ey çok sesliler!
Azaltın ağırlığınızı,
Bir gün mutlaka vazgeçeceksiniz. 
Ufuk Dönmez Zamanın Ta Kendisi'nde -adından da anlaşıldığı üzere- zamanın denemesini sunuyor.
Dört duvarı terk edip de sokağa adımını attığında insanların ne kadar şanslı olduklarını görüyorsun. Senin yaşında olup da eşi, çocuğu, ailesi olan var. Sense hâlâ şarabı keyiften ağzına sürebilmiş değilsin. Varsa yoksa aşk acısı, arkadaş kazığı, aile dramı. Neden bunlar hep benim başıma geliyor, diye düşünürsün. Aslında herkes bu lafı bir kez etmiştir hayatı boyunca ama etrafındaki insanlara bakınca bu lafı en çok senin kullanman gerekir gibi gelir hep sana. Çünkü herkes mutludur. Belki de mutlu görünüyordur. 
Işıl Ölmez İle Fanzin Dünyasına Bir Bakış'ta Işıl Ölmez -Koton Kitap Genel Yayın Yönetmeni- ile söyleşimiz mevcut. Buradan bir kere daha kendisine teşekkürlerimi sunuyorum.

Bir sayı daha...

Alfabe Fanzin
İmge Kitabevi
Twitter'da
Facebook'ta
 
Copyright © Kitaplık
S.Y.