21 Nisan 2013 Pazar

Bütün Öyküleri


            Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan ve Yusuf Atılgan’ın yaşamı boyunca kaleme aldığı tüm hikâyeleri içinde barındıran bir kitap, hakkındaki yazıyı okuduğunuz. Kitap ile ilgili dikkat edilmesi gereken konularının başında Yusuf Atılgan’ın 1946’dan 1976’ya kadarki 30 yıllık dönemi, Manisa’nın Hacırahmanlı köyünde çiftçilikle uğraşarak geçirmesidir.  Dolayısıyla, hikâyelerde köy ve kasaba yaşamına dair pek çok bilgiye rastlamak mümkün. Bu açıdan bakıldığında, köy, kasaba yaşamı içinde hiç bulunmamış kimseler için anlatılanların havada kaldığı ve sıkıcı bir kitap olabilir. Oysa köy, kasaba yaşamına aşina olanların veyahut az da olsa yaşanmışlığı bulunanların keyifle okuyabilecekleri bir kitap. Bununla beraber, kitapta şehir yaşamına dair hikâyeler de var; şehirdeki insanın yalnızlığını, paranoyaya varan korkularını anlatan hikâyeler.

            Kümesin Ötesi adlı hikâyeden;

            Kendimi bildim bileli öteki dört tavuk, bir horozla hep bu daracık avludayız. Çevremizi bana pek yüksek gelen yapılar, duvarlar kuşatıyor. İki kapı var bu avluda. Birisi gelip geçen insanlar, arabalar, beni hem korkutan hem meraklandıran seslerle dolu sokağa bakanı. Bu kapının açıldığını görmedim hiç.
Bugün bir şeyler oldu. Sabah yemini yedikten sonra gene o her zamanki iç sıkıntısıyla damlara doğru bakarken şu kümesin üstüne atlasam diye düşündüm. Kanatlarımı çırpıp sıçradım. Kendimi kümesin üstünde görünce şaşkınlıktan bağırmışım. Ötekiler de bana bakarak bağrıştılar. Kümesin üstünden öteki kocaman dama uçmak daha kolay. Bir daha sıçradım bağıra bağıra. Kiremitlerin üstünde yavaş yavaş karşı yana yürüdüm. İçimde bir genişleme, yüreğimde hızlı bir çarpıntı başladı. Bizim yaşadığımızdan çok daha büyük bir avlu göründü gözlerime. Baktım bununda dört yanı bizimki gibi duvarlarla çevrili. Ama bu başka; içinde yaprakları dökülmüş kocaman ağaçlar var.  Topraklar yemyeşil otlarla kaplı. Bu duvarların ardında bundan da büyük avlular vardır dedim. Sonra uzaktan sesi gelen horozların yaşadığı bir yer olacak. Bulacağım orasını…

            İnsanın dünya üzerindeki en gelişmiş canlı olduğu söylenir. Peki, neden her insanın az ya da çok hissettiği şeyler bu tavuğun hissettikleriyle aynı? Çünkü korkuyoruz. Daha büyük, daha iyi, daha huzurlu avlulara uçmaya korkuyoruz. Hatta, daha da kötüsü, bu avluların varlığını kabul etmek bile bize ve bizim o avlulara gitmemizi istemeyenlere çok ürkütücü geliyor. Dolayısıyla, insan olmak övünülecek bir şey değil. Zira, tavuktan bir farkımız kalmamış.
            Cesaretini toplayan ve hikâyenin başkahramanı olan tavuk, ilk kaçma teşebbüsünde bir köpekle burun buruna geldiği anda sahibi tarafından yakalanıyor. Tekrar daracık avluya kapatılıyor. Bakalım sonra neler oluyor.

            Şimdi alacakaranlıkta gözlerimin bir şey görmediği kümesin içinde, köşede büzüşmüş dışarı dünyayı düşünüyorum. Tavuklar “anlatsana ne var ötede?” diye durmadan gıdaklıyorlar. Ben ağaçları, otları, köpeği anlatacağım sıra horoz bağırıyor. “kesin be kancıklar, ne olacak ötede? Görmediniz mi hışırı çıkmış. İşte kaçmanın sonu bu” diyor. Hep susuyorlar. “Pis, kötü yaratık” diyorum içimden, “Geberesi..”

            Gücü elinde bulundurduğu için söz söylemeyi ve başkaları adına karar almayı kanıksamış her insan gibi bu horoz da başka avluların olmadığını kabullenmiş. İçinde bulunduğu durumdan memnun. Çünkü her şey onun lehine o anki koşullarda. Son kez söz cesur tavuğumuzda; bakalım pek çok kişi gibi düzene boyun mu eğecek yoksa onurlu insanlar gibi zulme karşı isyan mı edecek.

            Kaçacağım. Ama köpekler varmış, başka canavarlar varmış, olsun. Bu sefer kanatlarımı açar uçuveririm, hırpalatmam kendimi onlara. Şimdi de bir şeyim yok. Yalnız ensem sancıyor az az. Hele o geçsin, hele kanatlarım az daha uzasın kaçacağım buradan.

            Bir köyde babasız olarak büyümüş, içlerinde yaşadığı insanlardan farklı olduğu için dışlanmış, hor görülmüş, aşağılanmış, duygularını çok yoğun yaşayan ve bir ağa kızını, sevgisini tutkuya vardırırcasına sevmiş bir köy delikanlısın hikâyesi.  Osman’ın hikâyesi.

            Tutku adlı hikâyeden:

            Kalk git buradan kör karının piçi. Gelme buraya. Rezil ettin beni köye. Kala kala sana mı kaldım ben? Yıkıl, git hadi!” ben hep gözlerine bakardım. Kaskatıydılar. Testiyi doldurmuş dönerken durur gene bağırırdı: “Gitmedin mi daha? Ne namıssızmışsın sen be! Bir de seni avlumuza sokardık. Namıssız. Piç işte, ne olacak.” Sağırmışım gibi bakardım ona. Testiyi alıp giderken, bakışlarının katılığında bir şaşmışlık olmaz mıydı? Sonra çocuklar gelirler. Gülüşe bağrışa taş, toprak atarlar, çevremde dönerlerdi. “Osman oscuk, gözü boooncuk!” Çocuklar korkunçtular.

            Osman’ın bu taarruza maruz kalmasının sebebi avluya çıkar da belki görürüm diye tüm gününü, kendine bu sözleri söyleyen ağa kızının evine bakmakla geçirmesiydi.  Yani, şiirde bahsi geçen sebep;

Belki balkona kar seyretmeye çıkar diye sevdiğimiz kızlar
Çok dibimiz donmuştur
Ve çoğu zaman
Bu kar mevzuu
Kızlara yeterince ilginç gelmemiştir.

Anlaşılan o ki ağa kızına da yeterince ilginç gelmemişti mevzuu. Şimdilerdeyse insanlar kendileri gösterecek yer arıyorlar; sosyal paylaşım siteleri. Bu lafları duymayı hak eden Osman mı yoksa kendini göstermeye can atanlar mı? Bilemiyorum. Fakat iyi bildiğim bir şey var; biri seni içten ve karşılık beklemeden sevmişse, onu sevmesen bile, sırtını dönme. Üzülür, kırılır.

            Sıradan bir kırlangıcın hikâyesi, sıradan bir insan gibi.

            Yük adlı hikâyeden:

            Sıcaktı. Öğleye doğru belime ağır bir şey kondu. Göz ucuyla baktım; bir kırlangıçtı. “Hayrola?” dedim. “Hayırlar. Birlikte geçeceğiz karşıya.” “Olur yüzsüzlük değil,” dedim öfkeyle, “şimdiye dek görülmemiş bir şey. Bu yolculuk tek başına yapılır.” “Öyleydi. Her yıl binlerce alık kırlangıç güç bela aşar bu denizi de böyle bir kolaylık kimsenin aklına gelmez. Bunu ilk düşünen benim. Sıcağın etkisiyle olacak, az önce geldi aklıma.”
            Güneş batıya devrilmişti ama sevinemiyordum. Bir daha denedim: “Çok ağırsın. Kıyıya değin taşıyamam seni, birlikte düşeceğiz.” “Bana göre hava hoş; sen düşersen gider bir bakasının sırtına konarım. Bak, sizinkilerden biri daha düştü.” Kurtuluş yoktu… taşıyacaktım bu yükü.

            Aslında ne kadar tanıdık bir hikâye, anlatılanları insanlara uyarladığımızda. Sırtımızda taşıdığımız, sırtımızdan geçinen ve bize köle muamelesi yapan insanlar. Bir avuç insanın refahı için kendisine ait olmayan zorluklara katlanmak mecburiyetinde olan bir dünya dolusu insan ve bu insan sayısıyla adalet duygusu arasında  ters bir orantı var.

            Atılmış adlı hikâyeden:

            İlerde bir kayık vardı. Kayıktaki adam balık avlıyor olmalı diyordum. Kıpırtısız öyle duruyordu. İlkten dönsün diye beklemiştim. Bayılırım balık tavasına. Adam kıyıya çıkınca konuşacaktık. İşsiz olduğumu öğrenince yanına alacaktı beni. Bir cigara yaktım. Arkadan şehrin uğultusu geliyordu.
Altı gün mü yedi gün mü oluyor aylaktım. Yirmi beş lirayı veren adam yere yere bakmıştı. Sormadım. Önemli olan neden atıldığım değildi; atıldığımdı.
Manavın önünde iki kişi vardı. Durdum. Uzandım küfelerin birinden bir elma aldım. “kaça bunun kilosu?” diyecektim. Elimdeki en irisiydi. Kimsenin bana baktığı yoktu. Elmayı cebime attım, yürüdüm. Beş adım sonra arkamdan kısık bir ses “aşırdı” dedi. Döndüm; “kim o aşırdı diyen?” diye bağırdım. Üçü birden dönüp baktılar. Geçe biden çevirdiler başlarını: beni görmemişler gibi, ben orada yokmuşum gibi.
Yandaki kanepede oturan bir adam bana bakıyordu: beni görüyormuş, ben oradaymışım gibi. Tek ayaklıydı bu adam; bir bacağı tahtaydı. Bir cigara yaktım. Umutluydum. Yeni bir işe girecektim. Bu sabah “Yarın uğra” demişti birisi…

Şehir yaşamı: kalabalıklar içindeki yalnızlık, bir başınalık duygusunu hissedebiliyor musunuz okurken? Peki ya umutsuzluk içindeyken, her şey ters giderken bile umutluyum demenin ne zor olduğunu. Umudunuz olmadığı halde umutluyum derken boğazınızda düğümlenen şeyin ne olduğunu merak ettiniz mi hiç? Daha çok görünebilmek adına geldiğimiz şehirlerde gittikçe siliniyoruz; bakıyor ama görmüyorlar, bakıyoruz ama görmüyoruz.


Eylemci adlı hikâyeden:

Emin Tınoğlu ertesi sabah kalktıktan sonra çantasını alıp evden çıktı. Ülkü Derneği yöneticisinin evine gidecekti bugün bombaları almak için. Geçen ay üç bomba vermişler, üçünü de kullanmıştı. Dernekte ilk görüştüklerinde adam şaşırmıştı. “Böyle işleri gençler yapıyor. Yaşlısınız siz.” “Yaşlı olmam daha iyi; kimse kuşkulanmaz. Polisler kimlik bile sormuyor bana.” Sonunda kabul ettirmişti eylemciliğini. Geçen ay kullandığı üç bombadan en etkilisi Devrim Kitabevi’ne attığı olmuştu. Dükkân harap olmuş; kitapçı ile bir alıcı ölmüş, birisi de yaralanmıştı. “Devrim kitabeviymiş! Adından belli değil mi komünist yuvası olduğu? Alışveriş edenler de öyledir. Kökünü kazımalı bunların.” Bu kez de ilk bombayı şu berber dükkânına koyacaktı: İleri Berber Salonu. Gösterecekti ona ileriyi. Son yıllarda ne de çok solcu türemişti ülkede. Bir gün yandaki apartmanın birinci katında oturan şu solcu yazarın da defterini dürecekti. Yalnız yeterince bomba vermiyorlardı. Bir öğrense bunları yapmayı!
            Sokağa vardığında berberin önünde kimseler yoktu; içerde berberle kalfası iki kişiyi tıraş ediyordu, bir adam da oturmuş gazete okuyarak sıra bekliyordu. “Görürsünüz az sonra solcu gazeteleri okumak nasılmış!”
            Öğleden sonra Emin Bey odasında bir süre kitap okuduktan sonra rehberde komşu solcu yazarın numarasını bulup telefonla aradı onu. Telefonu açanın adamın kendisi olduğunu öğrenince:
            -Bana bak yakında soluğunu kesicem senin, dedi.
            -Hadi oradan moruk, senin soluğun kesilmiş belli.
            -Moruk değilim ben, 25 yaşındayım.
            -Öyleyse kafanla sesin moruklaşmış senin.
            -Yakında görürsün sen moruğu.
            -Suçum neymiş benim? Ezilen, sömürülen yoksul halka bir kurtuluş önlemi önermek suç mu?
            -Değil ama senin önlemin komünistlik.
            -Sömürücülere gönüllü uşaklık eden, yüzünü göstermekten korkan yüreksiz faşistler vız gelir bana; elinden geleni ardına kayma, deyip telefonu kapadı adam.
            Ana yola çıkan sokağa sapınca ilerde, köşedeki bankadan patlamalar duydu. Camları kırılmış büyük pencerelerden dışarıya alevler taşıyordu. “Komünistlerin işi bu. İyi ki çalışma saati değil.” Yüreği çarparak hızlandı. Karşıdan, yirmi yaşlarında iki genç koşarak geliyordu. Emin Bey yaklaşan gençlere öfke ile “Durun ulan piçler!” diye bağırıp kollarını açtı, tutmak için. Olay yerinden hızla kaçanlardan birisi farkında bile olmadan ona çarptı. Emin Bey sırt üstü yere düştü, başını kaldırımın kıyısına çarptı. Öylece uzanmış kaldı orada., kıpırdamadan. Az sonra yanında toplanan birkaç kişiden biri: “Ölmüş bu yahu; kanı bile akmamış.” dedi.

            Kendinden farklı düşünenlere karşı beslenen kinin gençlere has bir olumsuzluk olmadığını gösteren bir hikâye. Kendisi de kin besledikleriyle aynı eylemi gerçekleştiren, kendi eylemini meşru, karşıt düşüncenin eylemini vatan hainliği olarak gören zihniyete bir örnek. Adımlar özeleştiri yapılarak atılsa, belki de bu noktada olmazdı dünya.           
           
            Kitabın sonuna gelinceye dek okuduklarımın ve okuduklarımın düşündürdükleri ve çağrıştırdıkları, gerçekler ile gerçekmiş gibi gösterinler arasındaki farkı altını çizdiği için içim biraz burulmuştu. Neyse ki kitabın sonunda yer alan iki tebessüm ettirici ve çocukluk günlerini hatırlatıcı masal durumu biraz toparladı. Son olarak kitaba kulak kesiliyoruz.

            Deve deveyken, sinek sinekken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken, anam beni doğuracaktı. “Sancım tuttu sana, koş ebeyi çağır.” dedi. Fırladım kalktım; babam huysuzluk ediyordu ama kim dinler babamı, doğmak istiyordum ben. Ebenin evine koştum; kapıyı çaldım. “Kim o” dedi bir ses. “Ebanım, bize gidicez, anam beni doğuracak.” dedim. “Ebe evde yok, gökyüzüne gitti çocuk doğurtmaya.” dedi aynı ses. Durulacak zaman mı, koştum eve.
            Sık sık kayboluyordum artık. Belki bu yüzden belki de beşiğini sallarken huysuzluk ettikçe kulaklarını çekmemin öcünü almak için, babam okula verdi beni. Yıllarca sürdü bu. Hiç hoşlanmıyordum; arkadaşlarla itişip kakışmak, öğretmenleri dinlemek yüzünden elimde olmadan büyüyordum. Konuşmam yetmiyormuş gibi düşünmeye de başladım. En kötüsü buydu. Çoğu insanlar gibi düşünmeden konuşsaydım kimse bir şey demeyecekti; ama ben düşündüğümü söylemeye kalktım. Yukarıya bildirildi; başöğretmen beni getirtip ağzıma acı biber sürdü. “Böyle giderse beynine de biber sürülür” dedi…  

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Copyright © Kitaplık
S.Y.