Yapı Kredi Yayınları tarafından
basılan ve Yusuf Atılgan’ın yaşamı boyunca kaleme aldığı tüm hikâyeleri içinde
barındıran bir kitap, hakkındaki yazıyı okuduğunuz. Kitap ile ilgili dikkat
edilmesi gereken konularının başında Yusuf Atılgan’ın 1946’dan 1976’ya kadarki
30 yıllık dönemi, Manisa’nın Hacırahmanlı köyünde çiftçilikle uğraşarak
geçirmesidir. Dolayısıyla, hikâyelerde
köy ve kasaba yaşamına dair pek çok bilgiye rastlamak mümkün. Bu açıdan
bakıldığında, köy, kasaba yaşamı içinde hiç bulunmamış kimseler için
anlatılanların havada kaldığı ve sıkıcı bir kitap olabilir. Oysa köy, kasaba
yaşamına aşina olanların veyahut az da olsa yaşanmışlığı bulunanların keyifle
okuyabilecekleri bir kitap. Bununla beraber, kitapta şehir yaşamına dair hikâyeler
de var; şehirdeki insanın yalnızlığını, paranoyaya varan korkularını anlatan hikâyeler.
Kümesin Ötesi adlı hikâyeden;
Kendimi bildim bileli öteki dört tavuk, bir
horozla hep bu daracık avludayız. Çevremizi bana pek yüksek gelen yapılar,
duvarlar kuşatıyor. İki kapı var bu avluda. Birisi gelip geçen insanlar,
arabalar, beni hem korkutan hem meraklandıran seslerle dolu sokağa bakanı. Bu
kapının açıldığını görmedim hiç.
…
Bugün bir şeyler oldu. Sabah yemini
yedikten sonra gene o her zamanki iç sıkıntısıyla damlara doğru bakarken şu
kümesin üstüne atlasam diye düşündüm. Kanatlarımı çırpıp sıçradım. Kendimi
kümesin üstünde görünce şaşkınlıktan bağırmışım. Ötekiler de bana bakarak
bağrıştılar. Kümesin üstünden öteki kocaman dama uçmak daha kolay. Bir daha
sıçradım bağıra bağıra. Kiremitlerin üstünde yavaş yavaş karşı yana yürüdüm.
İçimde bir genişleme, yüreğimde hızlı bir çarpıntı başladı. Bizim
yaşadığımızdan çok daha büyük bir avlu göründü gözlerime. Baktım bununda dört
yanı bizimki gibi duvarlarla çevrili. Ama bu başka; içinde yaprakları dökülmüş
kocaman ağaçlar var. Topraklar yemyeşil
otlarla kaplı. Bu duvarların ardında bundan da büyük avlular vardır dedim.
Sonra uzaktan sesi gelen horozların yaşadığı bir yer olacak. Bulacağım orasını…
İnsanın dünya üzerindeki en gelişmiş
canlı olduğu söylenir. Peki, neden her insanın az ya da çok hissettiği şeyler
bu tavuğun hissettikleriyle aynı? Çünkü korkuyoruz. Daha büyük, daha iyi, daha
huzurlu avlulara uçmaya korkuyoruz. Hatta, daha da kötüsü, bu avluların
varlığını kabul etmek bile bize ve bizim o avlulara gitmemizi istemeyenlere çok
ürkütücü geliyor. Dolayısıyla, insan olmak övünülecek bir şey değil. Zira,
tavuktan bir farkımız kalmamış.
Cesaretini toplayan ve hikâyenin başkahramanı
olan tavuk, ilk kaçma teşebbüsünde bir köpekle burun buruna geldiği anda sahibi
tarafından yakalanıyor. Tekrar daracık avluya kapatılıyor. Bakalım sonra neler
oluyor.
Şimdi alacakaranlıkta gözlerimin bir şey
görmediği kümesin içinde, köşede büzüşmüş dışarı dünyayı düşünüyorum. Tavuklar “anlatsana
ne var ötede?” diye durmadan gıdaklıyorlar. Ben ağaçları, otları, köpeği
anlatacağım sıra horoz bağırıyor. “kesin be kancıklar, ne olacak ötede?
Görmediniz mi hışırı çıkmış. İşte kaçmanın sonu bu” diyor. Hep susuyorlar.
“Pis, kötü yaratık” diyorum içimden, “Geberesi..”
Gücü elinde bulundurduğu için söz
söylemeyi ve başkaları adına karar almayı kanıksamış her insan gibi bu horoz da
başka avluların olmadığını kabullenmiş. İçinde bulunduğu durumdan memnun. Çünkü
her şey onun lehine o anki koşullarda. Son kez söz cesur tavuğumuzda; bakalım
pek çok kişi gibi düzene boyun mu eğecek yoksa onurlu insanlar gibi zulme karşı
isyan mı edecek.
Kaçacağım. Ama köpekler varmış, başka
canavarlar varmış, olsun. Bu sefer kanatlarımı açar uçuveririm, hırpalatmam kendimi
onlara. Şimdi de bir şeyim yok. Yalnız ensem sancıyor az az. Hele o geçsin,
hele kanatlarım az daha uzasın kaçacağım buradan.
Bir köyde babasız olarak büyümüş,
içlerinde yaşadığı insanlardan farklı olduğu için dışlanmış, hor görülmüş,
aşağılanmış, duygularını çok yoğun yaşayan ve bir ağa kızını, sevgisini tutkuya
vardırırcasına sevmiş bir köy delikanlısın hikâyesi. Osman’ın hikâyesi.
Tutku adlı hikâyeden:
“Kalk git buradan kör karının piçi. Gelme
buraya. Rezil ettin beni köye. Kala kala sana mı kaldım ben? Yıkıl, git hadi!”
ben hep gözlerine bakardım. Kaskatıydılar. Testiyi doldurmuş dönerken durur
gene bağırırdı: “Gitmedin mi daha? Ne namıssızmışsın sen be! Bir de seni
avlumuza sokardık. Namıssız. Piç işte, ne olacak.” Sağırmışım gibi bakardım
ona. Testiyi alıp giderken, bakışlarının katılığında bir şaşmışlık olmaz mıydı?
Sonra çocuklar gelirler. Gülüşe bağrışa taş, toprak atarlar, çevremde
dönerlerdi. “Osman oscuk, gözü boooncuk!” Çocuklar korkunçtular.
Osman’ın
bu taarruza maruz kalmasının sebebi avluya çıkar da belki görürüm diye tüm
gününü, kendine bu sözleri söyleyen ağa kızının evine bakmakla
geçirmesiydi. Yani, şiirde bahsi geçen
sebep;
Belki balkona kar
seyretmeye çıkar diye sevdiğimiz kızlar
Çok dibimiz donmuştur
Ve çoğu zaman
Bu kar mevzuu
Kızlara yeterince
ilginç gelmemiştir.
Anlaşılan
o ki ağa kızına da yeterince ilginç gelmemişti mevzuu. Şimdilerdeyse insanlar
kendileri gösterecek yer arıyorlar; sosyal paylaşım siteleri. Bu lafları
duymayı hak eden Osman mı yoksa kendini göstermeye can atanlar mı? Bilemiyorum.
Fakat iyi bildiğim bir şey var; biri seni içten ve karşılık beklemeden
sevmişse, onu sevmesen bile, sırtını dönme. Üzülür, kırılır.
Sıradan bir kırlangıcın hikâyesi,
sıradan bir insan gibi.
Yük adlı hikâyeden:
Sıcaktı. Öğleye doğru belime ağır bir şey
kondu. Göz ucuyla baktım; bir kırlangıçtı. “Hayrola?” dedim. “Hayırlar.
Birlikte geçeceğiz karşıya.” “Olur yüzsüzlük değil,” dedim öfkeyle, “şimdiye
dek görülmemiş bir şey. Bu yolculuk tek başına yapılır.” “Öyleydi. Her yıl
binlerce alık kırlangıç güç bela aşar bu denizi de böyle bir kolaylık kimsenin
aklına gelmez. Bunu ilk düşünen benim. Sıcağın etkisiyle olacak, az önce geldi
aklıma.”
…
Güneş batıya devrilmişti ama
sevinemiyordum. Bir daha denedim: “Çok ağırsın. Kıyıya değin taşıyamam seni,
birlikte düşeceğiz.” “Bana göre hava hoş; sen düşersen gider bir bakasının
sırtına konarım. Bak, sizinkilerden biri daha düştü.” Kurtuluş yoktu…
taşıyacaktım bu yükü.
Aslında ne kadar tanıdık bir hikâye,
anlatılanları insanlara uyarladığımızda. Sırtımızda taşıdığımız, sırtımızdan
geçinen ve bize köle muamelesi yapan insanlar. Bir avuç insanın refahı için
kendisine ait olmayan zorluklara katlanmak mecburiyetinde olan bir dünya dolusu
insan ve bu insan sayısıyla adalet duygusu arasında ters bir orantı var.
Atılmış adlı hikâyeden:
İlerde bir kayık vardı. Kayıktaki adam balık
avlıyor olmalı diyordum. Kıpırtısız öyle duruyordu. İlkten dönsün diye
beklemiştim. Bayılırım balık tavasına. Adam kıyıya çıkınca konuşacaktık. İşsiz
olduğumu öğrenince yanına alacaktı beni. Bir cigara yaktım. Arkadan şehrin
uğultusu geliyordu.
…
Altı gün mü yedi gün mü oluyor
aylaktım. Yirmi beş lirayı veren adam yere yere bakmıştı. Sormadım. Önemli olan
neden atıldığım değildi; atıldığımdı.
…
Manavın önünde iki kişi vardı.
Durdum. Uzandım küfelerin birinden bir elma aldım. “kaça bunun kilosu?”
diyecektim. Elimdeki en irisiydi. Kimsenin bana baktığı yoktu. Elmayı cebime
attım, yürüdüm. Beş adım sonra arkamdan kısık bir ses “aşırdı” dedi. Döndüm;
“kim o aşırdı diyen?” diye bağırdım. Üçü birden dönüp baktılar. Geçe biden
çevirdiler başlarını: beni görmemişler gibi, ben orada yokmuşum gibi.
…
Yandaki kanepede oturan bir adam
bana bakıyordu: beni görüyormuş, ben oradaymışım gibi. Tek ayaklıydı bu adam;
bir bacağı tahtaydı. Bir cigara yaktım. Umutluydum. Yeni bir işe girecektim. Bu
sabah “Yarın uğra” demişti birisi…
Şehir yaşamı: kalabalıklar içindeki
yalnızlık, bir başınalık duygusunu hissedebiliyor musunuz okurken? Peki ya umutsuzluk
içindeyken, her şey ters giderken bile umutluyum demenin ne zor olduğunu.
Umudunuz olmadığı halde umutluyum derken boğazınızda düğümlenen şeyin ne
olduğunu merak ettiniz mi hiç? Daha çok görünebilmek adına geldiğimiz
şehirlerde gittikçe siliniyoruz; bakıyor ama görmüyorlar, bakıyoruz ama
görmüyoruz.
Eylemci adlı hikâyeden:
Emin Tınoğlu ertesi sabah
kalktıktan sonra çantasını alıp evden çıktı. Ülkü Derneği yöneticisinin evine
gidecekti bugün bombaları almak için. Geçen ay üç bomba vermişler, üçünü de
kullanmıştı. Dernekte ilk görüştüklerinde adam şaşırmıştı. “Böyle işleri
gençler yapıyor. Yaşlısınız siz.” “Yaşlı olmam daha iyi; kimse kuşkulanmaz.
Polisler kimlik bile sormuyor bana.” Sonunda kabul ettirmişti eylemciliğini.
Geçen ay kullandığı üç bombadan en etkilisi Devrim Kitabevi’ne attığı olmuştu. Dükkân
harap olmuş; kitapçı ile bir alıcı ölmüş, birisi de yaralanmıştı. “Devrim
kitabeviymiş! Adından belli değil mi komünist yuvası olduğu? Alışveriş edenler
de öyledir. Kökünü kazımalı bunların.” Bu kez de ilk bombayı şu berber dükkânına
koyacaktı: İleri Berber Salonu. Gösterecekti ona ileriyi. Son yıllarda ne de
çok solcu türemişti ülkede. Bir gün yandaki apartmanın birinci katında oturan
şu solcu yazarın da defterini dürecekti. Yalnız yeterince bomba vermiyorlardı.
Bir öğrense bunları yapmayı!
…
Sokağa vardığında berberin önünde
kimseler yoktu; içerde berberle kalfası iki kişiyi tıraş ediyordu, bir adam da
oturmuş gazete okuyarak sıra bekliyordu. “Görürsünüz az sonra solcu gazeteleri
okumak nasılmış!”
…
Öğleden sonra Emin Bey odasında bir
süre kitap okuduktan sonra rehberde komşu solcu yazarın numarasını bulup
telefonla aradı onu. Telefonu açanın adamın kendisi olduğunu öğrenince:
-Bana bak yakında soluğunu kesicem
senin, dedi.
-Hadi oradan moruk, senin soluğun
kesilmiş belli.
-Moruk değilim ben, 25 yaşındayım.
-Öyleyse kafanla sesin moruklaşmış
senin.
-Yakında görürsün sen moruğu.
-Suçum neymiş benim? Ezilen,
sömürülen yoksul halka bir kurtuluş önlemi önermek suç mu?
-Değil ama senin önlemin
komünistlik.
-Sömürücülere gönüllü uşaklık eden,
yüzünü göstermekten korkan yüreksiz faşistler vız gelir bana; elinden geleni
ardına kayma, deyip telefonu kapadı adam.
Ana yola çıkan sokağa sapınca
ilerde, köşedeki bankadan patlamalar duydu. Camları kırılmış büyük
pencerelerden dışarıya alevler taşıyordu. “Komünistlerin işi bu. İyi ki çalışma
saati değil.” Yüreği çarparak hızlandı. Karşıdan, yirmi yaşlarında iki genç
koşarak geliyordu. Emin Bey yaklaşan gençlere öfke ile “Durun ulan piçler!” diye
bağırıp kollarını açtı, tutmak için. Olay yerinden hızla kaçanlardan birisi
farkında bile olmadan ona çarptı. Emin Bey sırt üstü yere düştü, başını
kaldırımın kıyısına çarptı. Öylece uzanmış kaldı orada., kıpırdamadan. Az sonra
yanında toplanan birkaç kişiden biri: “Ölmüş bu yahu; kanı bile akmamış.” dedi.
Kendinden farklı düşünenlere karşı
beslenen kinin gençlere has bir olumsuzluk olmadığını gösteren bir hikâye.
Kendisi de kin besledikleriyle aynı eylemi gerçekleştiren, kendi eylemini
meşru, karşıt düşüncenin eylemini vatan hainliği olarak gören zihniyete bir
örnek. Adımlar özeleştiri yapılarak atılsa, belki de bu noktada olmazdı dünya.
Kitabın sonuna gelinceye dek
okuduklarımın ve okuduklarımın düşündürdükleri ve çağrıştırdıkları, gerçekler
ile gerçekmiş gibi gösterinler arasındaki farkı altını çizdiği için içim biraz
burulmuştu. Neyse ki kitabın sonunda yer alan iki tebessüm ettirici ve çocukluk
günlerini hatırlatıcı masal durumu biraz toparladı. Son olarak kitaba kulak
kesiliyoruz.
Deve deveyken, sinek sinekken, ben babamın
beşiğini tıngır mıngır sallarken, anam beni doğuracaktı. “Sancım tuttu sana,
koş ebeyi çağır.” dedi. Fırladım kalktım; babam huysuzluk ediyordu ama kim
dinler babamı, doğmak istiyordum ben. Ebenin evine koştum; kapıyı çaldım. “Kim
o” dedi bir ses. “Ebanım, bize gidicez, anam beni doğuracak.” dedim. “Ebe evde
yok, gökyüzüne gitti çocuk doğurtmaya.” dedi aynı ses. Durulacak zaman mı,
koştum eve.
…
Sık sık kayboluyordum artık. Belki
bu yüzden belki de beşiğini sallarken huysuzluk ettikçe kulaklarını çekmemin
öcünü almak için, babam okula verdi beni. Yıllarca sürdü bu. Hiç
hoşlanmıyordum; arkadaşlarla itişip kakışmak, öğretmenleri dinlemek yüzünden
elimde olmadan büyüyordum. Konuşmam yetmiyormuş gibi düşünmeye de başladım. En
kötüsü buydu. Çoğu insanlar gibi düşünmeden konuşsaydım kimse bir şey
demeyecekti; ama ben düşündüğümü söylemeye kalktım. Yukarıya bildirildi; başöğretmen
beni getirtip ağzıma acı biber sürdü. “Böyle giderse beynine de biber sürülür”
dedi…