22 Kasım 2024 Cuma

Sisifos Söyleni

0 yorum
Sisifos'un hikayesini duyduktan biraz daha derinlere dalayım diye uğraşırken karşıma çıkan bir kitap oldu. Dikkat çekici kısmı romantik bir yaklaşımla düşünce yapısını birleştirmiş olmasıdır.
Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır; intihar. Yaşamın yaşamaya değip değmediğinde bir yargıya varmak…
Buradaki cümlenin romantizmi pek tabi ki intihar sözcüğünden geliyor. Ancak kitabın ilerleyen kısımlarında intihar yapılanmasına dair daha ilginç bir mantık diziminin karşıma çıkacağından habersizdim. Keza bu mantık dizimindeki intihar tiplerinden de habersizdim.

İntiharı yapılandırmaya; düşünce yapılanmasında; beden varlığı ile başladım. İntihar etmek için kelime anlamı olarak bedenin yaşamını sonlandırmak için yaşayan bir bedenin varlığının kabulüyle devam ettim. Yaşayan bir beden yok ise intihar da olamaz yanlışlamasıyla da ispata gittim. Öyle miydi peki? Kitabın beni götüreceği yeri hiç bilmeden bir yok ediliş öyküsüne başlamıştım. 

Sisifos Söyleni öncesi Albert Camus'yu anlamak ile bu kitabı okuduktan sonra Albert Camus yorumlamak arasında miladi bir fark var. Kitabı okuduktan sonra bunu keşfettim. Bu benim kendi keşfimdi. Benden önce keşfedenler neden bundan bahsetmemişti? İpuçları vardı da ben mi yakalayamamıştım? 

***

İntihar dizgemde eşlenik bir yapıda olduğumu sanmama neden olacak bir yem bırakmıştı Camus!
Bir insanın yaşama bağlanışında dünyanın bütün düşkünlüklerinden daha güçlü bir şey vardır.

İnsanın yaşama bağlanışını ne sağlıyordu? Bebeklikten bu yana öğrendiklerimiz mi? Hayır, hayır! Bunu kabul edemedim. Çünkü içgüdüyü gözardı edemiyordum. Boğulmaya yüz tutan insanları kurtarırken arada mutlaka bir araç olmasını salık verirler. Çünkü boğulan kişi bilinçsizce kendisine yardım etmeye çalışan kişiye de ölüme sürükleyebiliyormuş! Hayır, hayır. Öğrenilmişler değil. Bir şekilde bedende var olan bir şey bu. 

Kendi düşüncelerimin arasında gezerken Camus'unun yolunda karşılaştığım bir başka levha beni yeni bir ayrıma getirdi.

Bedenin yargısı, aklın yargısından hiç de aşağı değildir, beden de yıkılış karşısında geriler. Düşünme alışkanlığını edinmeden yaşamaya alışırız. 

 Hangi yargılarla ilerliyordum ki bedensel bir yargıyı yoksaydım? Sonra biraz sakinleştim. Keza yok saymadığımı gördüm. Yargı dememiştim ben ona. İçgüdü demiştim. Birbirlerinden çok farklı da olsalar seziyordum bedenin varlığını! Bilmek mi? Henüz bilemiyorum bedenin, bedenimin varlığını. Aklımla bedenim mükemmel bir birliktelik mi kurmuşlardı? Yoksa tamamen mi ayrıktılar? İlişkilerini sezmek için kullanmam gereken düşünce aracı intihar mıydı?

Düşünme alışkanlığımı ne kadar hızlı(!) kaybetmiştim. Bunu sadece tümcelere bakarken en sonra ne zaman okudum sorusuyla çıkarsadım.

Camus dekorları yıkmaya başlamıştı dekorları yerine koyarak. Tezat değil! Dekorların yeri yıkık olduğu yerlerdir! Benim de bulunduğum yer bu dekorların yanı. Dekor olmamın kabulü başka bir dizge gerektiriyor.

Dekorları bedensel olarak izlerken çoktan ölmüş müydü aklım?! Yoksa ben mi ölmüştüm. Ya da aklım vardı bedenim mi ölmüştü? İzlemimi nasıl elde ettiğimi baktığımda aklımın intihar ettiğini gördüm! Ama ya bedenim?

gerçekten ölüm deneyi yoktur da ondan

Düşüncelerim arasında acı çekerken; nefes almaya çalışırken en az altı kere okuduğum kısma geldim. Ölüm deneyi yok çok hoşuma gitti önce. Yaşamak bir ölüm deneyi diye kibirlendim. Camus hiç bir şey bilmiyormuş(!) Bak yaşayarak nasıl ölüm deneyleri gerçekleştiriyoruz. Çeşit çeşit ölümlere karşılık çeşit çeşit yaşamlar. "Ölüm ama bir intihar değil" diye duraksadım. Kopmuştu ipim. Kibrim utanca dönüştü.

Gerçekten bir ölüm deneyi yoktu. Gerçekten, gerçekten... Ben, benim ölümümü denemedim. Deneylemedim. Deneyimlemedim. Kalbim acıdı.

Deneylere tabi olan fiziksel bir dünyayı kabullenemez bir hale geldim. Canım acıdı. Uyuşuk aklım kıvranmaktan öte can çekişiyordu. Çünkü;

bu dünya aslında akla uygun değil

***

Can acım inlemelerle devam ediyor; akıl acım feryatlar kopartıyor.

Bütünüyle tinsel görünene açık bir olgu vardır: insanın her zaman kendi gerçeklerinin pençesinde olduğu. Kimi gerçekleri benimsedikten sonra, olanlardan bir daha kopamaz insan

 Gerçeklerimi düzdüm, kafam rahat mis gibi hayat derken dört kere okudum bir yere gelmiştim. İlk olarak gerçeklerin "peşinde" diye okumuştum. Kendimden gelen aklım veya bedenimin yargısıydı bu kelime. Sonra hissettim; geri geldim. "Peşinde" yazmıyordu. İkinci okuyuşumda gördüm! "Pençesinde" yazıyordu. Tüylerim ürperdi. Pençesinde olduğum gerçekler beni onun peşinde koştuğuma inandırmıştı! Acıdı canım bir kere daha. "Peşinde" yazsaydı nasıl olurdu Camus? Okudum üçüncüye. Hayır, artık başlamıştı bir uyumsuzluk. Sezmiştim. Dördüncüsü, "pençesi"ydi gerçeklerin.

***

Kitabın sonlarına hızla ilerlerken, Camus'nun kendine edindiği bir söylem oturdu içime.

 Büyük romancılar… felsefe kuruyor imgeyle yazıyor

Örneklendiriyor. Bilindik yazarlardan... 

***

Buraya kadar hislerimden okuduklarımla kendim arasında gidiş gelişlerimi yazdım. Peki Camus bunları mı yazmıştı? Camus bunların hepsini Uyumsuz temellemesiyle ilerletti. Ben kendi uyumsuzluğumu deneyimledim. İntihar ile başladığımız yolda çelişki gibi gözüken bir yere geldik.

Varoluş asılsızdır ya da ölümsüzdür.

***

İster akıl intihar tipi olsun, ister beden... Varoluşun asılsızlığı veya ölümsüzlüğü arasında sıkışıp kalan bir yerde şimdi bu okuyucu. Camus kitabın sonunda Franz Kafka'ya geliyor ve bu aralığı iyice genişletiyor!

Peki Sisifos kimdi?

 

27 Ekim 2022 Perşembe

Leibowitz İçin Bir İlahi

0 yorum
Merakla başladığım bir kitap birazcık hayal kırıklığına uğrattı. Nedenlerine gelmeden önce merakımı uyandıran arka kapak yazısıydı.

Nükleer savaş sonrasında dünyadaki yaşam neredeyse yok olmuştur. Cehalet evrensel hale gelmiş ve kitaplar yakılmış, hatta okuma yazma bilenler öldürülmüştür.

Beni yakalayan cümle bu oldu. Buradan sonra kitap içerisinden bilgiler olabilir.
Ben ne bekliyordum? Fahrenheit 451 distopyası değil elbette. Cehaletin yükseliği beni cezbetmişti. Nasıl da benziyor acaba diye. Kitap Hırsızı'nda olduğu bir var oluş çatışması da değil. İnsanlığın nasıl gözünü kan bürüyordu? Savaştan çıkmış bir insanlık nasıl daha çok kan istiyor ve kana doyamıyordu?

Leibowitz İçin Bir İlahi'de elbette bu konular işleniyor. Kitap üç bölümden oluyor. Ben bunları şöyle böldüm: Yakın Sonra, Unutanlar, Savaşanlar. Tarihin tekerrürü üzerine.
Kitap ise şöyle bölümlenmiş:
Fiat Homo -İnsan Olsun-
Fiat Lux -Işık Olsun-
Fiat Voluntas Tua -Senin İstediğin Olsun-

Kitabın ilk bölümü beklediğim gibi başladı. Bir kült yok olmuş kitapları ve bilimi arıyordu. Kültün ilginç amacı kitapları bulup dünyanın geri kalanından saklamaktı. Cehalete olan övgünün nereden geldiğini çok geçmeden öğrendim.
Bunu yapanları taşa tutalım ve karınlarını deşelim ve yakalım onları. Bu suçu işleyenlerin, uşakları ve bilgeleriyle birlikte, soylarını kurutalım; tüm eserlerini, isimlerini, hatta anılarını yakarak yok edelim. Onları mahvedelim ve çocuklarımıza bunun yepyeni bir dünya olduğunu ve daha önce olup bitenleri bilmemeleri gerektiğini öğretelim. Büyük bir saflaştırma yapalım ve dünya yeniden başlasın. (Sayfa 78)

Yıllar geçmiş ve İsa'dan Sonra 3100'lere kadar gelmişiz. Peki Leibowitz bu yıllarında neresinde? Kitaba bu ismi veren kişi kimdir ve ona neden ilahiler okunuyor?

"Beni yanlış anladınız, Sayın Dahim. Keçi suçlanmayacak, tam tersine kutsanıp şereflendirilecek! Aziz Leibowitz'in size gönderdiği taçla taçlandırın onu ve doğmakta olan gün için ona şükranlarınızı sunun. Sonra suçu Leibowitz'e yıkın ve onu çöle sürün. Böylece ikici tacı takmak zorunda kalmayacaksınız . Hani şu dikenli olanı. Onsa sorumluluk diyorlar." (Sayfa 242)

Bunu anlamak için kitabın sonunu bekleyeceğimi düşünüyordum. Sadece ilk bölümün sonunu beklemem gerekiyormuş. Neden bu kadar erken cevaplanmıştı sorum? Leibowitz'in kim olduğunu öğrenince kültün detaylarını okuyacağıma dair umutlarım da söndü. Ezberciler gitti. Kazıcılar unutuldu. Kopyacılar'a teşekkür bile edile edilmez oldu.
"Cehalet kraldır. Onun tahtından indirilmesi birçoklarının işine gelmez. Birçokları bu karanlık monarşi sayesinde parasına para katar. Onlar cehaletin maiyetidir ve onun adına insanları dolandırıp yönetir ve bu arada kendileri daha da zengin olup güçlenirler. Okuryazarlıktan bile korkarkarl, çünkü yazılı söz düşmanlarını bir araya getirebiliecek yollardan birisidir. Sİlahları keskince bilenmiştir ve onları ustalıkla kullanırlar. Çıkarlarının tehdit edilmekte olduğunu hissetiklerinde dünyaya savaşı dayacaklar ve bunu izleyen şiddet bildiğimiz şekliyle toplumsal yapı tamamen harap oluncaya dek sürecek ve yerini yeni bir toplum alacak. Üzgünüm. Ama ben böyle görüyorum." (Sayfa 252)
Kitap zaten bu kültteki bir çömezin pederlik yolundaki sınavıyla başlıyor. Peki neden peder diye de ilk bölümün sonuna kadar kendime sordum. Nereye yönlendirecekti bizi pederler ve Leibowitz'in pederlerle ilgisi neydi ki?

Vikipedi'de Leibowitz adında bir profesör, arama sonuçlarında ilklerde çıkıyor. Ona bir atıf mıydı acaba? Neden bir Yahudi soyadı? Bunu bana sordurtan yine kitabın kendisi oldu. İlk bölümde cehalete karşı kült ya da tarikat yapılanması ikinci bölümde Hristiyan yapılanması olarak karşımıza çıkıyor.

Böyle olunca neden bir Yahudi isminden bahsediliyor? Gel gelelim Leibowitz'in kim olduğunu önceki bölümde öğrenmiştik. İkinci bölümde -yıllarımız İsa'dan Sonra 3700'leri gösteriyor- Leibowitzi'in adı devam ediyor ancak bir geçiş dönemi yaşanıyor. Aydınlanmayla birlikte bir çatışma, bir aç gözlülük çağı doğuyor tekrar. Siyasi yapılanmalar değişiyor ama tarikat bu yapılanmadan hariç kalmak için çaba gösteriyor. 

Sonuncu bölüm; ismiyle uyum içerisinde. Konunun biraz daha toparlanacağını düşünürken biraz daha içe dönüş gibi oluyor. Düşünceler kopuklaşıyor, zamana yayılıyor. Olaylar yine olacağına varıyor. Bu sefer kurtuluş için bir B planı düşünülmüş. Bir kaçış hikayesine bürünüyor. Bir ya da bakış açısını değiştirirsek bir kurtuluş hikayesi.
"Hangisine inanacağız? Ya da aslında fark eder mi? Eğer katliama katliamla, tecavüze tacavüzle, nefrete nefretle karşılık verilecekse, kimin baltasının daha kanlı olduğunu sormanın bir anlamı kalır mı?" (Sayfa 328)
Kitapta ilerlerken dinin bizi kurtaracağını ve ışığa yönelteceğini okumaya başladığımı hissettim. Bu da sonlara doğru beni koparttı. Bir dinin kendi içindeki bölümlerinin kültleşmesinin merkezdeki yapıyı daha da güçlendirerek dini bir sağlamlık sağlıyor. Bunu anlatmak istemiş olabilir mi  Walter M. Miller JR gerçekten? Bu merkezdeki yapılanma insanlığı kurtaracak planlara mı sahip oluyor?

Yahut tarih tekerrürden ibarettir olarak özetleyebilir miyim?
... ne şair ne de dekan agnostik varsayımlarından vazgeçmişler ve şu sonuca varmışlardı: Non cogitamus, ergo nihil sumus (Sayfa 354)
Descartes'ın söylediğinin zıttı galiba. Biz neden hiçiz? Savaşı önleyecek kanunların neden çıkmadığı sormadığımız için? Üçüncü sayfa haberlerinde işlenen cinayette kullanılan silahın nereden temin edildiğinin haberi olmadığı için?
 
Copyright © Kitaplık
S.Y.