9 Eylül 2018 Pazar

Orhan Veli'nin Gördüğü İstanbul

0 yorum
Nezih Başgelen'in topladığı Orhan Veli dönemi İstanbul fotoğraflarıdır. Orhan Veli'nin bu sokaklarda gezerken şiirler yazdığının hayali ile İstanbul'da gezmek bir başka oluyor. İşin tuhaf yanı, bu hayallere o sokoklardan arta kalan zamanlarda dalamıyoruz.

İstanbul başka bir İstanbul olarak gözümüze çarpıyor. Sabah işe gidip akşam eve dönenlerin İstanbul'u ile şiirlerin İstanbul'unun bu kadar iç içe olmasının hayret veriyor. Bir bardak çay ile birlikte pazar gününü süsleyen bir kitap.

Kitap Arkeoloji Ve Sanat Yayınları'ndan Nezih Başgelen derlemesidir.
Arkeoloji Ve Sanat Yayınları

3 Eylül 2018 Pazartesi

Tarihi Kartpostallarda Boğaziçi

0 yorum
Hayatımda sevdiğim sürprizlerden biri de kitaplığımda unuttuğum kitaplardır. Bir zaman karşıma çıkan düşünmeden edindiğim kitabı kitaplığıma yerleştirip zamanının beklemesidir. Edindiğim kitabı unutmak değil aslında bu, kitabın kendini gizlemesidir. Olmadık bir anda kendini göstererek göz kırpması, el sallamasıdır.

Bu kitap da öyle oldu benim için. Bir anda, bu kitabı ne zaman edinmiştim diye hafızamı yoklarken kendimi hayallerin içinde buldum.

Nezih Başgelen fotoğraflarla; unuttuğumuz bir İstanbul'u ortaya koyuyor. Önünden yüzüne bakmadığımız yapıları, bu fotoğraflarda görünce, kaç insanın yüzüne bakmıştır bu binalar diye düşünmeden edemiyorum.

Her bir sayfasında bir başka İstanbul çıkıyor. Şimdi ve o zaman arasında hayallerle dolu, gerçeğin acıtmadığı bir yolculuk.

Yıktıklarımız, yapmadıklarımız da, yaptıklarımız da bu karşılaştırmadan çıkıyor.




25 Ağustos 2018 Cumartesi

Deşifre Deha

0 yorum
Mai Jia adlı bir Çinli yazar ile tanıştım. Sırf meraktan başladığım bir kitap idi. Başladığıma pişman etti. Başta Doğu'nun üslubunu hissettirmişti. Sonradan beklediğimden çok uzak bir noktaya ulaştı kitap. Hayal kırıklığı olarak nitelemekten geri durmayacağım.

Çinli yazar hakkında güzel eleştiriler mevcut ancak benim gördüğüm Batılı harekete yaklaşmak adına bir üslup geliştirmiş. Bu da benim hiç hoşuma gitmedi.

Rong Jinzhen'in hayatını anlatan bir kitap. Muhteşem bir zekaya sahip yarı otistik bir kişilik Çin'in X Ülkesiyle olan savaşında kriptolog olarak gizli göreve alınıyor. Kitabı okurken Rainman'den başlayan benzerlikler John Nash'e uzanıyor. Oradan da Alan Turing'e selam veriyor. Öyle ki Rainman'den hatırlayacağınız kürdan sayma mevzusu Rong Jinzhen'de karınca saymaya dönüşüyor. Alan Turing'in çabaları, notları defterleri ile John Nash'in takıntılı halleri Rong Jinzhen'de tekrar hayat buluyor. Bir Çinli süperzeka romanı okumak isteyenler için birebir olan bir eser... Benzerlikler o kadar arttıkça okuma zevki de kalmıyor. Haliyle gizli düşmanların isimleri yok.

Üslup böyle bir kişinin var olduğunu ifade ediyor. Belli ki Çin, dünyaya açılmak için yeni yolları araştırmaya başlamış durumda. Bu da Batı tarzı hızlı tüketim romanlarının hedeflenmesiyle başlanmış.

Okumak, benim için bir zaman kaybı oldu maalesef. En azından dil bakımından bir özgünlük olsaydı o da mutlu edecekti. Özgün olmayan bir konu, özgün olmayan bir dil, aidiyetsiz bir roman.

Rong Jinzhen'in ve babasının tuhafkafatası yapısına da oldukça eğiliyor. Bu meyli de anlayamadım. Zeka ile kafatası yapısı arasında belli ki bir ilişki kurmuş Mai Jia...

Rong Jinzhen sonunda, defterini çaldırdığı için akıl sağlığını kaybetmiştir.

Dahası kitapta imla hataları da göze vurdukça, kitabı bir kenera bırakma isteğiniz daha da kabaracaktır. Başladığım kitabı bitirmek zaruriyeti hissedenlerdenseniz, sizi zorlu bir süreç bekliyor.

21 Ağustos 2018 Salı

Masumiyet Müzesi

0 yorum
İronik bir isim vermiş Orhan Pamuk kitabına. Beklediğimden iyi çıktı kitap. Üslubunun belirgin özelliklerini bu kitaba yansıtmış. Dönemin siyasi kargaşasının üzerinden geçmiş, insanlar üzerine gelen yansımalarını atlamış. Ancak Kemal Ben'in (kitabın baş karakteri) bu ortamdan korktuğunu ya da endişe duyduğunu biliyoruz. Ancak şu da bir gerçek ki Kemal Bey takıntılı bir biçimden Füsun'un peşinden koşmaktadır. (Esas kızımız) Bu körlük de belki de etraftan etkilenmesini önlemiştir.

Orhan Pamuk bu kitapta çevredeki siyasi kargaşadan çok çevrenin bakireliğe bakışına odaklanmış hissiyatını veriyor. Türkiye'nin seks tabularını dillendirdiği aşikar. Ancak kafamı kurcalayan bir husus şudur, gerçekten aileler bu şekilde mi tepki veriyorlardı o dönemlerde? Yetmişleri yaşamadığım için bilemeyeceğim. Bilenler de olayları bir şekilde sessizliğe gömdüğü için muğlak tatlı anılar olarak kalacak o dönemler belli ki.

Kemal Basmacı İstanbul'un zenginlerinden. Babasının kurduğu bir firmanın da başındadır. Sibel Hanım ile nişanlılığa doğru gidiyordur. Her şey Sibel Hanım'ın bir çanta beğenmesiyle başlamıştır. Çantayı ertesi gün almak için girdiği dükkanda eski uzaktan akrabası Füsun ile karşılaşır. Füsun büyümüş, serpilmiş ve güzelleşmiştir. Olaylar da bu şekilde gelişir.

Bu noktadan sonra kitaptaki karakterler hakkındaki düşüncelerime değineceğim, haliyle kitap içeriği ile ilgili bilgiler de olacaktır. 

Kemal Bey, bildiğin hırsızlık yapmaktadır ve bu hoş görülmektedir. Bunun sebebini düşündüm, insan gelen misafirinin hırsızlık yaptığını görerek neden ses çıkartmaz? Kaz geleek yerden tavuk esirgenmez diyerek mi sessizliğe gömülerek sadece üzüldüler? 8 yıl boyunca evinize gelen bir kişinin küçük küçük bir şeyler çalmasına ne derdiniz? Bu hırsızlıkların sonucu ortaya çıkan müzenin adının da Masumiyet olması ayrıca ironik benim için. 

Kitapta beni korkutan asıl nokta şudur: Kemal Bey'in bu saplantısının hastalık olarak sadece Sibel ile aralarında aldatma yerine kullandıkları zaman addedilmesidir. Ancak bu gerçek bir hastalıktır. Bunun da bir "aşkmış" gibi addedilmesi ve çevre tarafından kabullenilmesi, korkutucudur. 8 yıl boyunca kendi evinden çok başkasının evine gitme rahatlığını gösterebilmesine hayret ediyor, onu eve alan Tarık Bey'in sessizliğine şaşırıyorum. Kemal Bey benim gözümde nevrozlar içinde kıvranan bir hastadan öteye değildir. Buna karşı tez heralde "sekiz sene bekledi ama" olabilir. Bu anti tez değildir, sekiz sene boyunca taciz etmiştir. Beklememiştir. 

Tarık Bey, kitapta adı bir kere geçen karakterlerden bile daha silik bir karakterdir. Sadece vardır, etkisini hiçbir zaman hissetmediğimiz bir karakter. Dönemle en büyük ilişkisi ve belki de Orhan Pamuk'un dönem siyasi ve ekonomik şartlarına en çok girdiği an Tarık Bey'in bankerlere para kaptırması meselesidir. Bu kaybın da onun ölümüne yol açtığı sonucuna varmayı Türk filmlerindeki araba çarpıp kör olma olayına benzettim.

Nesibe Hala, tehlikenin kendisidir. Kısının peşinde koşturan bir adam. Kızı bu herif yüzünden zoraki bir evliliğe adım atmış ve hala olan bitene izin veren bir anne. Bu kişi ne düşünüyor olabilir? Kemal'i gerçekten çok seviyorduysa kızını neden korumadı? Adamın parası var diye miydi bu olanlar? Feridun'u düşünelim ve zengin bir film yapımcısı olmuş olsun. Kemal de sokakta gezinen figuranlardan. Kemal Füsun'un peşinden bu kadar koşsaydı Nesibe Hala ne yapacaktı? Füsun tabi bu arada Feridun ile evli durumda. 

Feridun, ipsiz sapsız bir arkadaşımız. Kemal'in parasıyla ihya oldu.

Garsoniyer sayılarının hatsafhada olduğu bir İstanbul, bir seks İstanbul'u anlatıyor bize Orhan Pamuk. Kitap Yeşilçam tadında, bir kitap. Hikaye örgüsü okuutyor ve işte böyle söyletiyor. Söyletmesinin sebebi de yine karakterlerin basiretsizliği yahut kabullenişliği. 

Tatil için kafa dökmeklik, uzaklaştıran, Yeşilçam filmi gibi bir kitap.
Sırada İstanbul'a döndüğümde müzenin kendisine gitmek var.

Kitap:

16 Temmuz 2018 Pazartesi

Huzursuzluğun Kitabı

0 yorum
Fernando Pessoa kitabı. Gerçek anlamda huzursuzluğun kitabıdır. Okurken sağlam durmanızda fayda var keza tüm hayatınızı, tüm ruh yapınızı tüm temellerini sarsacak karanlıkta bir kitap. Okudukça hayatın karanlık çemberinin giderek daraldığını hissedersiniz. Giderek daralan çemberin için nefes alacak bir yer ararsınız ancak nefes almaya çalıştığınız gerçeklik tam da bu gerçekliktir.
Redicto ad absurdum (sayfa 303) (Saçma olana indirgeme)
İşte hayat bu kadar. Kitaptan herkes kendi hayatına pay biçer. Pessoa'nın muhteşem eseri hepimizin huzursuz hayatını içine almış. Neresinden tutmuştur, neresinden bırakmıştır... Pessoa sanki oturmuş bizleri izlemiş... İnsanı izlemiş, kendini izlemiş... İzlediği yolun sonu da bir yere çıkmış gibi görünmüyor. Sadece parçalanmış hayatlarımızda umutlarımız için yaşıyoruz. Geriye bıraktığımız ise yaşanmamış hayaller yığını oluyor.
Ne uzun yaşadım hiç yaşamaksızın! Ne çok düşündüm hiç düşünmeksizin! (Sayfa 784)
Bu şekilde ilerleyen senfonide kreşendo benim için şurası olmuştur:
 Müzisyen olsam kendi cenaze marşımı yazardım, gayet de haklı olurdum! (sayfa 843)
Bendeki kitap Can Yayınları'nının Minikitap serisinden Saaden Özen çevirisidir.
Bu kitap vesilesiyle kitabın mevcut formuna yeni bir soluk getiren bu tipi de denemiş oldum ve oldukça memnun oldum. Arka cebe bile sığabilecek büyüklükte, taşıması muhteşem kağıttan ayrılamayanlar için enfes bir çözüm. Okuma zorluğu çekerim, aradaki satırlarda zorlanırım sanıyordum ancak incelikle düşünülmüş bir kitap. Dikişli yapısı da okumayı daha da kolaylaştırıyor. Tek bir eksi yön gördüm: Sayfalar oldukça ince, bu da kimi zaman arkada sayfadaki yazıların da görülmesine sebep olmakta. Ancak bunu da kitabın mini halde olabildiğince ince yapılması gayretine bağlıyorum. Kitabı edinirken incelediğim diğer nokta da tam metin kaygısı idi ki bunu da düşünerek tam metin ibaresini görünür şekilde vurmuşlar.


 
 

30 Haziran 2018 Cumartesi

Japonya Günlükleri

0 yorum
Richard Brautigan kitabı. Japonya seyahati esnasında hissettiklerini yazdığı anı-şiir kitabı. Bir anda bitiveriyor.Bittiğini bile anlayamadan kitap bitiyor. Ruhunuzun yalnız sokaklarında kendinizi arıyorsunuz.

Kitabın arka kapağında da zaten;
Yalnız uyuyacağım yağmurlu Tokyo gecesinde
diye alıntılanıyor Brautigan'dan.
Japonya'ya olan ilgisini çok ilginç bir şekilde anlatıyor. Edward Amcası'nın ölümüne Japonların sebep olduğunu anlatıyor kitabın girişinde.

Şiirlerinin başlıkları aşağıdadır:
Japon Haiku Şairi Issa'ya Saygı
Gibi Düşler
Çilek Haikusu
Son Moda Dashiell Hammett'in Gizemli Bir Öyküsü
Yok Oluş Üzerine Kısa Bir Çalışma
12.000.000
Ayakkabılar, Bisiklet
Yollarda Bir Çalışma
Yüzen Şamdanlar
Japon Kadınlar
Japonaya'da Gece Güneş Gözlüğü Takmak
Gelecek
Elektrikli Testere
Gece İçin Gündüz
Alpler
Kurbağasız Japonya
Pahalı Ve Oldukça Lüks Bir Kokteyl Salonunda Büyük Bir Piyano Çalan Genç Bir Japon Kadın
Kimsenin Kimseyle Sevişmediği Yağmurlu Bir Tokyo Gecesinde Kendi Kendine Orji
Tokyo'dan Osaka'ya Otobanda Yolculuk
Fragman #1
Ebedi Uçak Tutması
Nagara, Yellowstone
Kamusal Alanda, Kafelerde Barlarda... vs Şiir Yazmak
Tokyo/11 Haziran 1976
Başlangıç
Nereden Gelip Geçer
Dilin Sessizliği
Kalkma Vakti
Yatağıma Bakarken / 03.00
Taksici
Tokyo/24 Haziran 1976
Gerçekliği Gerçek Yapan
Karşılıksız Aşk
Geçmiş Geri Getirilemez
Fragman #3
Fragman #4
Taş (gerçek

Benim en sevdiğim şiiri Gece İçin Gündüz oldu. Yalnızlığı belki de en hazin hali bu.

Yukarıda arka kapağa alıntılanan mısra ise Kimsenin Kimseyle Sevişmediği Yağmurlu Bir Tokyo Gecesinde Kendi Kendine Orji şiirinden.

Bendeki Kitap Altıkırkbeş Yayın'dan Melis Oflas çevirisiyle ilk baskısı.

3 Haziran 2018 Pazar

Leviathan

0 yorum
Thomas Hobbes eseridir. Kitap benim için iki bölümden oluşuyor. Siyasetin sınıflandırılması ve Tanrı'ya olan imanın beyan edilmesi şeklindedir. Bu ikinci bölümü neredeyse hiç okumadan geçtim. İlk kısım müthiş bir bir sınıflandırma içermektedir. İkinci kısım ise imanın rasyonalize edilmesidir

Hobbes devlet ihtiyacını açıklıyor. Bu ihtiyacın doğmasına karşılık kurulan devletlerin varlığını anlatıyor. Burada Hobbes'un felsefesini değil de kitabı üzerinden ilerleyeceğim. Malum amaç kitabın kritiği. Kitabın üslubu inanılmaz hafif. Hobbes'un izlediği metot o kadar güzel ki okuyucuyu içine çekiyor. Tanımlardan başlıyor. Ardından yavaş yavaş yaşamı şekillendiriyor. Hobbes okuyucunun bir bebek olarak kitaba başladığını düşündüğünü sanıyorum. Emeklemeyi öğretmeden koşturmuyor.

Kitabı okurken benim üzerinde durduğum konu "özgürlük" konusuydu. Nedense ilgim ve dikkatim özgürlük üzerine gitti. Hobbes'un yazdıklarında özgürlüğü aradım.

Bendeki kitap YKY'den Semih Lin çevirisi.

Kitap:
Yapı Kredi Yayınları
İdefix.com
Kitapyurdu.com

29 Nisan 2018 Pazar

Kaplan! Kaplan!

0 yorum
Alfred Bester'in kitabı. Bilim-kurgusu bir yana felsefesi çok ilginç bir kitap. Elime alırken bilim-kurgu diye almıştım. Çok hızlı akan bir kitap değil. Böllümler arasında geçişler jaunte'leme hızında olduğu için takipte zorlandığım anlar oldu. Belki de dikkatımı kitaba yoğunlaştıramamışımdır, emin değilim. Ama ilginç bir şekilde içine çeken bir kitap.

Gully Foyle adında bir hayvan  Göçebe adlı bir uzaygemisinde mahsur kalmıştır. Vorga adında kardeş bir gemi yanından geçmiştir ancak Gully Foyle'u kurtarmamışlardır. Bunun üzerine Gully kendine bir yemin eder ve Vorga'nın peşine düşer.

Gully Foyle için hayvan, tecavüzcü gibi yaklaşım ve tanımlama mevcuttur. Ancak Alfred Bester'in dilinde bu çok yerleşmemiştir. Karakterin tasvirinde bunların hepsi bir dış çerçeve olarak, zoraki olarak görünmektedir. Gully'nin nasıl bir karakter olduğunu kavramış değilim. Gully'nin bir kenar mahalle çocuğu, bir eşkıya olduğunu söylüyorlar ancak Gully bunlardan öte saplantılı bir davranışa bürünmüş durumda. Böyle ki nevrotik noktadadır. Gully'nin tek amacı Vorga'yı bulmaktır. Vorga saplantısı sayesinde uzayda tek başınayken kurtulmuştur. Vorga'nın ziyareti nevrozlarının başlangıcı konumundadır.

Jaunte'leme, zihinsel olarak yani sadece düşünce yoluyla bir yerden başka bir yere gitmektir. Bunun keşfi de Jaunte adında bir bilimadamının kazara masasını ateşe vermesiyle odada mahsur kalmasından kaynaklanır. O can havliyle kendini yangın söndürücünün yanında bulur. Araştırmalar bunun üzerine başlar. İnsanları hayati tehlike altında almaktadırlar. Zaiyat da bir o kadar fazladır tabii. Ancak sonunda insanlık zihin gücüyle seyahat etmeyi öğrenmiştir.

Kitabın sonuna geldiğimde kitabın aslında bir bilim-kurgu değil, Alfred Bester'in kendi sembolleriyle doldurduğu bir felsefe kitabı olduğunu anladım. Gully'nin de neden bu kadar anlamsız olduğu aşikar duruma geldi. Kendisini arıyor. Kendisinin ne olduğunu bilmiyor.
Ben evrenin garip bir hilkat garibesiyim... düşünen bir hayvanım... ve bu bataklıktan nasıl çıkacağımı bulmaya çalışıyorum.
Kitabın tamamı sondaki hesaplaşmaya hazırlanmaktadır.
"Suç ve ceza gibi çocukca şeyleri aştık," diye ekledi Dagenham.
"Hayır," diye itiraz etti Robin. "Günay ve affedilme her zaman olmalı. Bunu asla aşamayız."
"Kar ve zarar, günah ve affedilme, idealizm ve realizm," Foyle gülümsedi. "Hepiniz o kadar emin, o kadar basit, o kadar tek yönlüsünüz ki." 
Kitabın neredeyse tüm çerçevesi nevrotik bir konumda. Tek yönlü olmaktan bahseden kişi, saplantılı olan Foyle'un karşılaştığı olaylar sonrasında işin aslının öyle olmadığını görmesi sonucunda aydınlanmış halidir.

Bendeki kitap Altıkırkbeş Yayın'dan Serap Şenkul Tezcan çevirisiyle Mart 2000 tarihli 2. baskısıdır.

Kitap:
Kitapyurdu.com

9 Nisan 2018 Pazartesi

Harry Potter Ve Lanetli Çocuk

0 yorum
J.K. Rowling adı altında çıkartılmış bir oyun. İlk çıktığında koşarak gitmedim almaya. Beklentim çok düşüktü. J.K. Rowling'in neden bu işe kalkıştığını da anlamış değilim. J.K. Rowling'in adı altında iki isim daha var. Jack Thorne, John Tiffany.

Kapaktaki metin her şeyi yeterince açıklıyor:
John Tiffany ve Jack Thorne'a ait yeni bir özgün hikayeden Jack Thorne'a ait yeni bir oyun.
Yani kısaca telifli bir hayran çalışması. Daha da ileriye gidemez. Zira temel çatışma olarak zaman alınmış. Zaman çatışması üzerine inşa edilmiş bir hikaye. Konunun derinleştirme çabaları ise yetersiz. Cümleler de derinlik hissini zaten veremiyor.

Harry Potter'ın oğlu Albus Hogwarts'a başlar. Aynı zamanda Draco'nun da oğlu okula başlar. Bu iki çocuk yakın arkadaş olurlar. Albus'un babasıyla ilgili problemleri vardır. Bu noktadan sonra hikaye başlar.

Bu noktadan sonra metnin içeriğini fazlaca irdeleyeceğim. Bu nedenle okumamış olanlar için sürprizler kaçabilir.

Hikaye derinliği eksik demiştim. Derinleştirmek adına Draco Malfoy'un oğlu ile Harry Potter'ın oğlu arkadaş yapılmış. Ancak bu ilişki o kadar yüzeysel kalmış ki bu iki arkadaşı bir kaç kez sarılmalarını okuyoruz ve bunun altı çiziliyor. Kültürlerinde sarılmak pek olmasa da bunun altının birkaç kez çizilmesi yakınlıklarını ancak bu şekilde açıkayabildiklerine inandırdı beni maalesef.

Draco Malfoy ve Harry Potter arasındaki çekişmenin, düşmanlığın ve arkadaşlığın bu kadar iyi işleyebilen J.K. Rowling bu metne nasıl izin verebildi, şaşkınım doğrusu.

Harry Potter serisindeki arkadaşlık bağları üzerine inceleme yazıları çıkarken, Scorpius ile Albus'un arkadaşlığı sarıldık mı, sarılmak doğru mu sığlığında kalmış olması gerçekten hayal kırıklığı. Ayrıca Albus Dumbledore ve Gellert Grindelwald ikilisi diye bir gerçek var Haryy Potter dünyasında.

Diğer husus ise ana çatışma konusunun zamanda yolculuğa bağlanarak geçmişin değiştirilmeye çalışılması Daha sonrasında her şey eski haline dönmüş oluyor. Ortaya kötü karakter Kahşin çıkıyor. Voldermort ve Bellatrix'in kızıymış meğer. Babasına layık olmaya çalışıyor, Zaman Döndürücü ile onu geri getirmek istiyor.

Diğer bir değişim de Amos Diggory'de. Acının insana ne yaptıracağı belli olmaz lakin yıllar geçtikte Amos'un bir Harry Potter takıntısının oluştuğunu belki de deliliğin sınırlarında gezdiğini hissediyoruz.

Harry Potter'ın ise tamamen dağınık bir halde olduğunu görüyoruz. Savrukça hareket edişi, çevresindeki herkesi yok sayıp sadece Ron, Hermione ve Ginny'i dinlemesi gittikçe karakterlerin doğasına aykırı bir hava hissettirtiyor.

Kitabın ilk çıktığı zamanlar, sekizinci kitap olarak yansıtılmasına çok üzülmüştüm. Kitabı okuyunca üzüntüm gittikçe arttı. Sonra oyunla ilgili şunu hatırladım, metinden daha çok tartışılan seçilen oyuncu kadrosuydu...

İşte benim kitapta da gördüğüm maalesef bu oldu.

Kitapta bir Hortkuluk olarak Harry Potter'a da gönderme yapılmış. Harry Potter biçim değiştirerek Voldemort kılığına giriyor...

Harry Potter'ın rüyasından Voldemort geçse bile yaraizi acırken Voldemort kılığında rahatlıkla ortalıkta geziyor. Hadi bu çatışmaya soyundun diyelim, gönül isterdi ki Voldemort kılığındaki Harry Potter'ın iççatışmasını görseydik... O da yok...

Hayal kırıklığı oldu...

J.K. Rowling Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar'a hazırlık çalışması yapmış gibi. Ancak Harry Potter'ın sekizinci kitabı olarak Lanetli Çocuk'un çıkması benim için tam bir hayal kırıklığı oldu ve ben bunu serinin sekizi kitabı olarak addetmiyor, sadece bir hayran çalışması olarak görüyorum.

Kitabın çevirisi Sevin Okyay ve Kutlukhan Kutlu'dan geliyor.

Kitap:
Yapıkredi Yayınları
Kitapyurdu.com
İdefix.com
Dr.com.tr


15 Mart 2018 Perşembe

Arı Kovanına Çomak Sokan Kız

0 yorum
Millennium üçlemesinin son kitabı:

Ejderha Dövmeli Kız
Ateşle Oynayan Kız
Arı Kovanına Çomak Sokan Kız

Lisbeth'in devlet ile karşılaşmasının ikincisi. Lisbeth, Zalachenko'nun izini bulur ve peşinden gider. Ancak işler pek de istediği gibi gitmeyecektir ve yaralı halde Mikael'i arayacaktır. Mikael, Lisbeth'i ağır yaralı halde bulur ve polise haber verir. Böylece kayıp şüpheli yakalanmıştır. Ancak Niedermann bulunamaz. Olması gereken yerde iki polis öldürülmüştür.

Bublanski'nin karşısına çıkan iki farklı karakterde Lisbeth vardır. SAPO'nun içindeki yapılanmanın araştırılması için Mikael Blomkvist de SAPO'ya çağırılmıştır.

Stieg Larsson bu kitapta da akıcılıktan ayrılmadan olayı tüm hızıyla bizlere yaşatıyor. Türkiye'de okumaya başladığım kitap Japonya'da bitti.

İşin ilginç yanı, belki de komplo teorisine girecek, her ülkede buna benzer olayların mevcut olduğu hissine kapılmamak elde değil.

SAPO kimdir? Servis kimdir? Neye hizmet etmektedir?
"Sen ne kadar istersen iste devlet seni rahat bırakmaz."

Kitap:
Pegasus Yayınları
İdefix.com
Kitapyurdu.com

20 Şubat 2018 Salı

Ateşle Oynayan Kız

0 yorum
Millennium serisinin ikinci kitabı.

Ejderha Dövmeli Kız
Ateşle Oynayan Kız
Arı Kovanına Çomak Sokan Kız

Mikael Blomkvist ve Erika Berger Millennium'un özel sayısı için çalışmaktadır. Bir gazetici, araştırdığı konuyu Millennium'da yayımlatmak ister ve aynı zamanda kitap da hazırlamaktadır. Bu gazeticinin akademisyen eşi de aynı konuyu başka bir açıdan inceleyerek doktorasına devam etmektedir.

Bir gece, Lisbeth bu çiftle buluşur. Aynı gece Mikael Blomkvist de bu çiftten dosya alacaktır.
Mikael çiftin evine vardığında çifti ölü olarak bulur. Bir anda Mikael Blomkvist kendisini bir cinayetin ortasında bulmuştur.

Lisbeth şüphelidir ve kayıptır.
İlk kitap gibi bir anda olayların koşturmasında, soru işaretlerinin peşinde buluyorsunuz kendinizi.
Suçsuz insan yoktur. Suçtaki sorumluluğu değişen insanlar var.
Kitap:
Pegasus Yayınları
Kitapyurdu.com
İdefix.com

23 Ocak 2018 Salı

Ejderha Dövmeli Kız

0 yorum
Stieg Larsson'ın kitabı. Kitap çıktığı dönemde çok ses getirmişti. Önyargılarımdan ve popülist yaklaşımdan uzak durmak adına okumamıştım. Gel zaman git zaman okumak aklıma geldi, zamanında okumadığım için pişman bile oldum.

Stieg Larsson harika bir kitap ortaya koymuş. Kitaba başladıktan sonra bir şekilde içine gömülüyor, muammanın peşinde kendinizi buluyorsunuz.

Kitap bir serinin ilk kitabı. Millennium; Mikael Blomkvist ve onun partneri Erika Berger'in çıkarttığı bir dergidir. Mikael, ekonomi haberlerinin peşinde koşmuş, gizli kapaklı olan her şeyi ortaya dökmeye çalışan bir idealisttir. (?) Ancak işler bir şekilde sarpa sararak Hans-Erik Wennerström haberiyle davalık olur ve davayı kaybeder. İşte olaylar bundan sonra oldukça ilginç hale gelmektedir.

Henrik Vanger'den bir iş teklifi gelir. Mevcut şartları göz önüne aldığında işi kabul etmek durumunda kalır. Bir yıl boyunca Henrik Vanger için çalışacaktır. Henrik Vanger'in yeğeni Harriet'in kayboluşunu araştıracaktır. Ancak bu olay 40 yıl önce gerçekleşmiştir ve çözülememiştir.

Lisbeth Salander ise 20'li yaşlarında bir kızdır. Dragan Armansky'ın çalışanıdır. Milton Security'te ofisteki ufak tefek işleri halletmek için işe başlamıştır; ancak serbest bir araştırmacı haline gelmiştir. Kişiliği onu sosyal uyum konusunda çok zorlamaktadır.

Konunun nereye varacağını merak ederek kitabı okurken kitap çok ilginç yerlere değinmeye başlıyor. Polisiyenin çok hoş bir örneği. Kitabı bu kadar özel kılan ise değindiği toplumsal bozulma, toplumun ta kendisi. 

Bu noktadan sonra kitabın sonuyla ilgili ipuçları olabileceği için kitabı okumadıysanız bu noktada bu yazıyı okumayı bırakıp kitabı okumaya başlamalısınız.

Kitap Türkiye'de çıktığından bu yana kaç kadının tecavüze uğradığını ve cinayete kurban gittiğinin sayılarına inanamazsınız. 2010 yılından günümüze yaklaşık 2000 kadın öldürülmüştür. Bu sayı sadece Türkiye'de sayıdır. Araştırmaya başladığınızda durumun vehametini daha da hissedersiniz. Bu kitap biraz olsun bu konuya ses getirdi. Ama polisiye gözüyle değil de işlediği konuya eğildiğinizde çarpık (?) bir ilişkiye sahip Erika ile Mikael'i görüyorsunuz. Daha sonra Lisbeth çıkıyor. Mevcut karakterlerin işlenişinden çok vakanın oluşturduğu muamma ile görünen her şeyin göründüğü gibi olmadığını çok daha kötü olduğunu ifade ediyor.

Peki insanlar daha ne kadar kötüleşecek? İnsanın özünde iyi olduğu veya kötü olduğu felsefe dünyasında da çokça tartışılagelmiştir. Her şey bir yana, insanın nasıl kötücül bir varlık olduğu modernizm ile birlikte gözlerimizin önündedir. Medeniyetle(?) birlikte kötücüllüğümüz yükselmektedir.

Stieg Larsson'ın ömrü, sersini tamamlamaya vefa etmemiştir. Üç kitapta kalmıştır; sırasıyla:
Ejderha Dövmeli Kız

Kitap:
 
Copyright © Kitaplık
S.Y.