21 Mayıs 2013 Salı

Genç Werther'in Acıları

0 yorum

Goethe'nin eseri! Genç Werther'i tanımaya mektuplarından başlıyoruz. Çoğunlukta Wilhelm'e olan bu mektupların arasında Werther'in acılarının kaynağı olan Lotte'ye de mektuplar mevcut. Mektuplardan sonra da mektupların derleyicisi bize olayların sonunu aktarıyor!

Werther kendi halinde iken bir akşam Lotte ile tanışır ve hayatının akışı değişir! Lotte Werther'in meleği haline gelir. Lakin Lotte, Albert ile nişanlıdır! Lotte ile Werther tanıştıkları dönemde Albert, iş için gitmiştir. Geri dönüşüyle Werther'in mutluluğu yerini sonunda ölüme gidecek olan acılara bırakır.

Werther'in ruhundaki değişimi; renk tablosunda renk geçişi gibi görüyoruz! Çevreyi algısı, çevreye tepkisi ve hayatının merkezinde Lotte!

" 30 Kasım
...
Vadinin üstünde koyu yağmur bulutları toplanıyordu. Uzaktan yeşil renkte ceketli birisini gördüm. Kayaların arasında dolaşıyor, yerden ot topluyordu. Yanına yaklaştım. Ayak seslerini duyunca bana doğru döndü. Pek ilgi çekici bir yüz ifadesi vardı. Asıl dikkati çeken de bu ifadedeki sessiz keder haliydi. Ama bu, onun yüzüne  bir tatlılık veriyordu. Siyah saçları ikiye ayrılıp iğnelerle tutturulmuş geri kalan kısmı da kalı bir örgü halinde omuzlarından aşağı sarkmıştı. Kıyafetinden fakir bir kimse olduğunu anladığım için, yaptığı işle ilgilenmemi hoş göreceğini düşünerek ne aradığını sordum. Derin bir ah çekerek, 'Çiçek arıyorum ama,' diye cevap verdi, 'bir tane bile bulamıyorum.' Gülümseyerek, 'Şimdi çiçek mevsimi değil ki,' dedim. Bana doğru yürüyerek, ' Şimdi çiçekten bol bir şey yok, ' dedi. 'Bizim bahçede güller ve iki çeşit hanımeli var. Birini bana babam verdi. Ayrıkotu gibi çoğalıyorlar. İki gündür çiçek arıyorum, ama bulamıyorum. Aramadığınız zaman ayağınıza dolaşırlar Sarısı ayrı, mavisi, kırmızısı ayrı. Kantar otunun güzel çiçeği olur mesela. Ama şimdi hiçbirini bulamıyorum.' Halinde bir tuhaflık sezdim ve bir yolunu bulup sordum: Ne yapacaksınız bu çiçekleri? Acayip ve titrek bir gülümseme yüz çizgilerini değiştirdi. Parmağını dudaklarının üstüne koyup 'Kimse duymasın ama.' dedi, 'sevgilime bunlardan bir buket vereceğimi söyledim.' 'Bak bu güzel,' dedim. 'Oo,' diye devam etti, 'onun başka hiçbir şeye ihtiyacı yok, çok zengin.' 'Öyleyse bukete sevinecek,' dedim. 'Onun mücevherleri ve bir de tacı var. Hükümet, bana alacaklarımı ödeseydi, başka türlü bir insan olurdum. Zamanında benim de halim vaktim iyiydi. Şimdi ne elde kaldı ne avuçta. Ben artık...' Gökyüzüne çevirdiği ılsak gözleriyle her şeyi anlatıyordu. 'O zamanlar mutluydunuz demek öyle mi?' diye sordum. 'Ah, o günleri çok arıyorum,' dedi. 'Öyle mutlu, öyle kaygısız, sudaki balık gibi tasasızdım.' " (sayfa 91-92)

Werther'in karşılaştığı bu meczubun hikayesini ilerleyen sayfalarda

Bendeki kitap Kum Saati Yayınları'ndan, Tolga Akdeniz çevirisiyle 2012 baskısı. Zaman zaman karşılaşacağınız imla ve baskı hataları mevcut.





14 Mayıs 2013 Salı

Boş Koltuk

0 yorum

J. K. Rowling'in Harry Potter serisinden bağımsız yazdığı ilk kitap. Bu kitabı bir  Harry Potter hayranı olarak okudum. J. K. Rowling bu kitabında, Harry Potter serisinde olmadığı kadar cüretkâr ve cesur kelimeler seçmiş. Bu alışılagelmişliğin dışında olduğu için beni biraz şaşırttı. Bir kaç koldan ve Harry Potter serisindenki gibi çok sayıda kişi üzerinden öyküyü anlatmaktadır. Kitabın ortalarına doğru nasıl bağlayacak diye düşünüyordum. Aslında bilindik bir son gibi olmuş.

Boş koltuk, Yarvil'e bağlı Pagford kasabasının belediye meclisi üyelerinden Barry Fairbrother'ın ölümüyle başlayan bir eser. Fields denilen bir varoş sitenin, Pagford'tan bağlantısının kesilmesini; Yarvil'e bağlanmasını ve Bellchapel Bağımlı Kliği'nin kapanmasını isteyen Howard Mollison; Barry Fairbrother'ın ölümüne sevinmiştir, ancak bunu belli etmez. Zira Fairbrother, Fields'ın Yarvil'e bağlı kalması gerektiğini savunmaktadır. Bellchapel'in korunması konusunda en büyük savunucu da Barry Fairbrother'dır.

Çok karakterli, çok öykülü bu küçük kasaba büyük bir roman Pagford'ın derinliklerinde, Fields'ta yaşamanın ne demek olduğunu Krystal Weedon, onun kardeşi ve annesi üzerinden okumaktayız.

Kitap yedi bölümdem oluşuyor. J. K. Rowling, gün parafları da atmış lakin, pek bir etkisini göremedim. Anlatmaya çalıştığı o kadar kısa süre içinde dönen entrikaydı diye düşünüyorum.

J. K. Rowling hayranları Harry Potter kadar hareketli bir kitap beklentisine düşmemeliler. Ancak şunu belirtmeden geçemeyeceğim, Harry Potter serisi ve Boş Koltuk, başka türdeler ve her ikisi kendi içinde macera dolu!

J. K. Rowling, Fields ve Pagford üzerinden günümüz yozlaşmışlığını ve iki yüzlülüğünü çok net bir şekilde gözler önüne sermektedir.

Kitap Doğan Kitap'tan Dost Körpe çevirisiyle Mart 2013'te baskısını yapmıştır. Orijinal adı The Casual Vacancy'dir. (Kapak resimleri internetten alınmıştır.)

Kitap:
Doğan Kitap
Kitapyurdu.com
İdefix.com

10 Mayıs 2013 Cuma

Büyük Yazarların Gizli Hayatları

0 yorum

Robert Schnakenberg eseri. Okuması eğlenceli, bazen inanması güç olgularla karşılaştığımız bir eser. Robert Schnakenberg önce yazarın bir künyesini veriyor, daha sonra yazarın kısa özgeçmişini anlatıyor ve daha sonrasında yazarın ilginç özelliklerini kısa kısa sıralıyor. Ayrıca bol bol illüstrasyon mevcut. Okurken yazar hakkında soru işaretleri de oluşturup yazarın kendisini araştırmaya da iten bir kitap. Ayrıca künye sayfasında yazarın "mottosu" olan bir cümleye de yer vermiş. Daha sonra da yazarın bir özelliği tam sayfa illüstre edilmiş.

Kitap içindeki yazar;
William Shakespeare
Lord Byron
Honeré De Balzac
Edgar Ellan Poe
Charles Dickens
Bronte Kardeşler (Charlotte Bronte, Emily Bronte, Anne Bronte)
Henry David Thoreau
Walt Whitman
Leo Tolstoy
Emily Dickinson
Lewis Carrol
Louisa May Alcott
Mark Twain
Oscar Wilde
Arthur Conan Doyle
W. B. Yeats
H. G. Wells
Gertrude Stein
Jack London
Virginia Woolf
James Joyce
Franz Kafka
T. S. Eliot
Agatha Cristie
J. R. R. Tolkien
F. Scott Fitzgerald
William Faulkner
Ernest Hemingway
Ayn Rand
Jean-Paul Sartre
Richard Wright
William Burroughs
Carson Mccullers
J. D. Salinger
Jack Kerouac
Kurt Vonnegut
Toni Morrison
Sylvia Plath
Thomas Pynchon
Bazı yazarları hiç duymadığımı itiraf etmeliyim, bazılarınıysa daha okumadım.

Şömine başında ayakta ölünebileceğini ispatlamaya çalışmak olsun, her zaman muhalifliğini korumaya çalışmak olsun; kimilerini bildiğimiz kimilerini bilmediğimiz, toplum tarafından "ilginç" olarak nitelendirilen bir çok olaya tanık olacaksınız.

Ayrıca belirtmeliyim ki, bu kitap yazarların hayatlarını detaylıca incelemiyor. Öyle bir yanılgıya düşmemek gereklidir. Robert Schnakenberg kısa kısa yazarlardan ve onların ilginç özelliklerinden bahsetmiştir.

Robert Schnakenberg, kimi zaman yazarların çağdaşlarıyla olan ilişkilerine değinmesi, nedendir bilmem, hoşuma gitti.

Kitap; Domingo Yayınevi'nden, Duygu Akın çevirisiyle Eylül 2010'da basılmıştır.

Domingo Yayınevi
Kitapyurdu.com
İdefix.com

27 Nisan 2013 Cumartesi

Kürk Mantolu Madonna

0 yorum

Bir Sabahattin Ali eseri. Füsut Akatlı'nın yazdığı önszöde Sabahattin Ali'nin, kendi eserine, uzun öykü dediğinden bahsetmiştir. Bir çırpıda okunan bir eser. Raif Efendi'nin hayatı sadece anlatıcıyı değil bizi de içine sürüklüyor.

Raif Efendi hakkındaki bilgileri yine kendisinin yazdığı bir gün için yazılmış bir günlükten alıyoruz. Raif Efendi içine kapanık bir çocuk ve genç olarak yaşıyor. Maria Puder'in kendi portresini sergilediği bir sergide bu resmi görmesiyle hayatının akışı değişiyor. Bu portreye Andreas del Sarto'nun Madonna delle Apie tablosuna atıfla Kürk Mantolu Madonna ismi verilmiş. Maria Puder'in bu genci farkedip yanına gelmesiyle, Raif Efendi'nin ona farkedemeyecek kadar önüne bakması içe kapanıklığının boyutlarının bir emaresidir. Bir akşam bar gezisinden dönerken Maria Puder ile göz göze geliyor. Ancak bunun sarhoşluktan mı ileri geldiğini düşünürken ertesi gün aynı saatte onu gördüğünü düşündüğü caddeye geliyor Maria Puder gerçekten de oradadır!

Belki kısa belki uzun bir altı ay için Raif Efendi bambaşka bir insan oluverir! Mihriye Hanım'la evli olup kayınbiraderleri Vedat ve Cihat'la; Ferhunda Hanım ve eşi Nurettin Bey'le ve onların çocuklarıyla ve kendi kızları Nurten ve Necla ile birlikte yaşamaktadır. Yaşamını kastederek "Bu daha ne kadar sürecek?" diye sormaktadır anlatıcıya bir zaman.

Bir kaç noktada Türk filmi tadında kurgulama olduğu gözünüzden kaçmayacak: Raif Efendi "adresi bilmiyorum" diyerek gitmeyecek; lakin daha öncesinde, kaldığı pansiyonun sahibi adres değişikliği varsa polise ikamet değişikliği bildirme zorunluluğundan bahsediyor.

Sabahattin Ali'nin tahlilleri, hayatın kendisi gibi, akışında gelen olgular. Bazıları ne kadar acı olsa da hayatın bir parçası olduğunu Sabahattin Ali, aynı şekilde hissettirerek yazmış. Ayrıca bazı kullanımdan düşmüş cümle ve kelime yapılarını da görmek, onları özlediğimi hissettirdi.

Raif Efendi, on yıl sonra hiç beklemediğimi bir haberle, bir gerçekle on yılını çöpe attığını farkediyor. Bu tek gün yazılmış günlüğünde Maria Puder'den sonra ilk defa açılıyor, anlatıyor, bir nevi bize hayatını özetliyor. Bir çokları için ve kimi zaman kendisi için lüzumsuz olduğunun sanan bir adam yavaş yavaş kendi sakin görünen duvarlarının içinde boğuluyor.

Bendeki kitap Yapı Kredi Yayınları'ndan Eylül 2003 tarihli 10. baskısı.

Yapı Kredi Yayınları
Kitapyurdu.com
İdefix.com




24 Nisan 2013 Çarşamba

Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita

0 yorum
“Kederli bir mecburiyettir bir insanın ülkesini sevmesi…”
Ece Temelkuran’dan bir devrimin anatomisi. O zamana kadar doğru düzgün anlatılmamış bir devrimin hikayesi.
" “Peki yoksullar için bütün bu yaptıklarınız suç oranını düşürdü mü?”  
“Bakın sinyorita, biz bu ülkede sizin bu soruyu sormaya neden olan düşünce sistemini değiştirmeye çalışıyoruz. Biz, dünyanın geri kalanı gibi insanları suçlular ve masumlar olarak ikiye ayırmıyoruz. Washington’dan IMF’den söz ediyorsunuz… Bizim bunlara öfkelenmeye vaktimiz yok. Biz burada devrim yapıyoruz Sinyorita! " "
Kitabın arka kapağında da yer alan açıklama aslında çok doğru yapılmış. Bu kitap eğlence amaçlı yazılmış bir gezi yazısı değil, ya da Venezüella’nın ne kadar güzel bir memleket olduğunu ve her insanın burayı mutlaka ziyaret etmesi gerektiğini anlatan bir güzelleme hiç değil. Bu kitap olanları olduğu gibi anlatan, bazen üzen bazen de üzerine günlerce konuşulacak notlar barındıran ve okuyanı kesinlikle düşünmeye iten bir yapıt. İnsan bir zaman sonra o ülkede yaşayan insanların seslerini evinde duymaya başlıyor. İnsanların umudu kalmadığında bile değiştirmek için neler yapabileceğini düşünmesini sağlıyor.
“Sadece uzaktan gelenler bilirler evlerinin kokusunu. Yollara belki de evlerimizin gizini ve evlerdeki halimizi anlayabilmek için çıkılır.”
İnsan ister istemez diğer ülkelerde gördüğü ve hakkında yazı yazılmaya değer bulunan olayları kendi ülkesiyle kıyaslamak ve yine ister istemez kendi ülkesinin daha “yaşanabilir” olduğunu düşünmek istiyor. Bazen de insanlar söyle düşünüyor: ” Bütün bunlar benim ülkemde olsa nasıl olurdu?”  Ancak ben bu kitabı okuduktan sonra bir ülkede yaşanan her olayın aslında ülkenin vatandaşlarının ağzından anlatılması gerektiğini kavradım.  Bu kitapta, ülkede yaşayan ve farklı sosyokültürel çevreden gelen insanların aynı ülkede yaşamasına rağmen olan bitenleri bu kadar farklı anlatabilmesi insanı çekiyor. Gazetelerde okunanların ya da televizyondan izlenenlerin kesinlikle o ülkede olanları yansıtmadığını ve  vatandaşlarının ağzından çıkanlarla derlenmiş bir kitap kadar insanı etkileyemeyeceğini  de öğrendim.

Temelkuran’ın Venezüella’ya gitme sebebi, Uluslararası gençlik festivali aslında.  ABD’nin burnunun dibinde hatta “arka bahçesinde” dünyaya kafa tutmaya karar vermiş bir ülkenin bu gücü nereden bulduğuna dair bir merak Ece Temelkuran’ı  Venezüella’ya gitmeye ve neler olup bittiğini anlamaya itmiş. Ülkede yaşayan vatandaşların bir kısmı Chavez’in başlattığı ve yürüttüğü bu politikaya hayranken, ülkenin zengin kesiminin Chavez’i  ‘çılgın bir diktatör’ olarak algılamasının nedenlerini araştırmış.  Temelkuran sadece devrim yanlılarıyla konuşmamış, devrim karşıtlarının da neden böyle düşündüğüyle ilgili fikirlerini almış. Bu ülkeyle ilgili öğrendiğim en acıklı şey ise zengin bir Venezüellalının  Chavez’den önce hayatını hiç fakir insan görmeden geçirebileceği  gerçeği oldu. Bu bir fakir devrimi ve bu devrimin nasıl planlandığının, nasıl yürütüldüğünün ve nasıl devam ettirilmeye çalışıldığının ayrıntıları bu kitapta anlatılmış.
Venezüella devriminin nasıl yapıldığı ve o güne kadar yok sayılan fakirlerin nasıl tekrar hayata döndürüldüğü, ülkenin en önemli gelir kaynağı petrolün nasıl fakir insanlar için kullanıldığını ve en önemlisi bir liderin içinden çıktığı çevreyi unutmadan o çevre için nasıl mücadele verdiğini anlamak için okunması gereken bir kitap olduğu kanaatindeyim.  İnsana umut verebiliyor. 

Son olarak Ece Temelkuran’ın ağzından:
“ Yola çıkarken sorduğum soru “Onlar nasıl yapmış?”tan, “Biz nasıl yapabiliriz?”e dönüştü. Bu kitabı okuyup bitirdikten sonra sizin de sorularınızın değişmesini umarak, bir kez daha söylüyorum bana söylediklerini size:
Devrimin selamı var bize! ”
Kitap, Everest Yayınlarından 2006’da çıkmış olup bendeki 2010 tarihli 11.baskıdır.
İdefix.com

23 Nisan 2013 Salı

Onlar Hep Oradaydı

0 yorum

Sunay Akın'ın eseri. Tarihin içinde gizlenmiş olanları "onlar hep oradaydı" diyerek önümüze getiriyor. Sunay Akın üslubuyla aktarıyor. Derlediği küçük hikayeleri fotoğraflarla ve bir çok şairin dizeleriyle süsleyerek kendine özgü zaman ve mekan kurgusu oluşturmuş. Küçük dediğime bakmayın, tüm hikayeler başlı başına bir kitap olacak nitelikte! İki Tünel Arasında bölümünde Mustafa İnan anlatılmaktadır ki    daha yeni okuduğum Oğuz Atay'ın kitabı Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan, "Onlar Hep Oradaydı"nın her bölümünün bir kitap olabileceğini göstermektedir!

Sunay Akın "Onlar hep oradaydı" cümlesini başta Kızılderililer için kullanmış. Pergelinin sabit ayağı Kızılderililer üzerinde olup büyük bir çember çiziyor ve dünyanın dört bir yanına gidiyoruz. "Yok artık!" ünlemine de hazırlıklı olmak gerekiyor! Sunay Akın bize bir şey daha gösteriyor: Bilmiyoruz! Sahip çıkmıyoruz!

Kitabın "İçindekiler"i şu şekilde:
Kuşdili Kovboyları
Kaçmak İçin Koşmayan Kızılderili
Manisa Tarzanı Değil, Manisa Apaçisi!..
Pearl Harbor'dan Haliç Kıyısına
Iraqouis'in Kamarotu
Ketenhelva Yiyen Kızılderili!çç
Saray Haremindeki Amerika
Bush'u Bush'una Bir Savaş Daha!..
Servet-i Fünuncular Aborjinlere Karşı!..
Zaman Pek Naziktir!
Geyik Ölüsü
İki Tünel Arasında
Kızılderili'nin Aya Gönderdiği Mesaj!..
Bilinmeyen Bir Ay Öyküsü
Bak Şu Çekirgenin Yaptığına!..
Meluncan mı, Yoksa Yol Arkadaşı mı?
Kara Bahtlı Kara Bart
Çocuk Dünya
Kızılderililer ve Futbol
Kafatasçılarına Atılan Gol!..
Var mı Varela Gibisi?
İyi Bir Karga...
Titanic'teki Kızılderili
Dikenli Tel
Amerika'daki Susurluk
Atom Bombası ve Mayo
17 Ağustos Depremi ve Kızılderililer
Paparazziliğin Kökeni Kızılderililer mi?
Donmuş Balık Enstitüsü
Nâzım Hikmet ve Kadın Kalbi
Kitaplara Gizlenen Kızılderililer
Çalılıkların İçinde Kimler Var
Kız Kalesi'ndeki Kızılderili
Kızılderililer Yeşilçam'da
Karl May'in Etkilediği Çocuklar
Bütün bölümler çok güzel çok özel! Her birinde zaten orada olan ama görülmemiş, görülmek istenmeyen veya bir şekilde gizlenenleri görmüş olmanın heyecanı ve kızgınlığı iç içe. Kitabın sonunda şu soruyu sordum: İnsanlar neden tahrip ediyor?! Kitapta kimi yerlerde cevapları var. Aslında cevaplar da hep oradaydı!

Kelebek etkisini üslubunda hissettiren Sunay Akın, beni en çok Pearl Harbor'dan Haliç Kıyısına bölümünde şaşırtmıştır. Japonların Pearl Harbor baskının hastane gemiyi (Solace) bombalamadığını ve onun Türkiye tarafından alınıp yıllarca kullanıldığı ve sonunda da parçalanarak inşaat malzemesi haline getirilmesi ve üstüne Camialtı Tersanesi'ndeki Çorlulu Ali Paşa Camii'nin şadırvanında  Solace'ta röntgen odasından çıkan kurşun kaplamaların kullanılması da benim için manidar olmuştur.

Kızılderili'nin Aya Gönderdiği mesaja, sayfa 162'deki Lloyd George'un söylediğine, Donmuş Balık Enstitüsü'ne dikkat edilmesi gerekmektedir.

Kitap ilk 26 baskısını Çınar Yayınları'ndan yapmıştır. Bendeki kitap Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan  2012 tarihli üçüncü (yirmidokuzuncu) baskısı.

İş Kültür Yayınları 
Kitapyurdu.com
İdefix.com

21 Nisan 2013 Pazar

Bütün Öyküleri

0 yorum

            Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan ve Yusuf Atılgan’ın yaşamı boyunca kaleme aldığı tüm hikâyeleri içinde barındıran bir kitap, hakkındaki yazıyı okuduğunuz. Kitap ile ilgili dikkat edilmesi gereken konularının başında Yusuf Atılgan’ın 1946’dan 1976’ya kadarki 30 yıllık dönemi, Manisa’nın Hacırahmanlı köyünde çiftçilikle uğraşarak geçirmesidir.  Dolayısıyla, hikâyelerde köy ve kasaba yaşamına dair pek çok bilgiye rastlamak mümkün. Bu açıdan bakıldığında, köy, kasaba yaşamı içinde hiç bulunmamış kimseler için anlatılanların havada kaldığı ve sıkıcı bir kitap olabilir. Oysa köy, kasaba yaşamına aşina olanların veyahut az da olsa yaşanmışlığı bulunanların keyifle okuyabilecekleri bir kitap. Bununla beraber, kitapta şehir yaşamına dair hikâyeler de var; şehirdeki insanın yalnızlığını, paranoyaya varan korkularını anlatan hikâyeler.

            Kümesin Ötesi adlı hikâyeden;

            Kendimi bildim bileli öteki dört tavuk, bir horozla hep bu daracık avludayız. Çevremizi bana pek yüksek gelen yapılar, duvarlar kuşatıyor. İki kapı var bu avluda. Birisi gelip geçen insanlar, arabalar, beni hem korkutan hem meraklandıran seslerle dolu sokağa bakanı. Bu kapının açıldığını görmedim hiç.
Bugün bir şeyler oldu. Sabah yemini yedikten sonra gene o her zamanki iç sıkıntısıyla damlara doğru bakarken şu kümesin üstüne atlasam diye düşündüm. Kanatlarımı çırpıp sıçradım. Kendimi kümesin üstünde görünce şaşkınlıktan bağırmışım. Ötekiler de bana bakarak bağrıştılar. Kümesin üstünden öteki kocaman dama uçmak daha kolay. Bir daha sıçradım bağıra bağıra. Kiremitlerin üstünde yavaş yavaş karşı yana yürüdüm. İçimde bir genişleme, yüreğimde hızlı bir çarpıntı başladı. Bizim yaşadığımızdan çok daha büyük bir avlu göründü gözlerime. Baktım bununda dört yanı bizimki gibi duvarlarla çevrili. Ama bu başka; içinde yaprakları dökülmüş kocaman ağaçlar var.  Topraklar yemyeşil otlarla kaplı. Bu duvarların ardında bundan da büyük avlular vardır dedim. Sonra uzaktan sesi gelen horozların yaşadığı bir yer olacak. Bulacağım orasını…

            İnsanın dünya üzerindeki en gelişmiş canlı olduğu söylenir. Peki, neden her insanın az ya da çok hissettiği şeyler bu tavuğun hissettikleriyle aynı? Çünkü korkuyoruz. Daha büyük, daha iyi, daha huzurlu avlulara uçmaya korkuyoruz. Hatta, daha da kötüsü, bu avluların varlığını kabul etmek bile bize ve bizim o avlulara gitmemizi istemeyenlere çok ürkütücü geliyor. Dolayısıyla, insan olmak övünülecek bir şey değil. Zira, tavuktan bir farkımız kalmamış.
            Cesaretini toplayan ve hikâyenin başkahramanı olan tavuk, ilk kaçma teşebbüsünde bir köpekle burun buruna geldiği anda sahibi tarafından yakalanıyor. Tekrar daracık avluya kapatılıyor. Bakalım sonra neler oluyor.

            Şimdi alacakaranlıkta gözlerimin bir şey görmediği kümesin içinde, köşede büzüşmüş dışarı dünyayı düşünüyorum. Tavuklar “anlatsana ne var ötede?” diye durmadan gıdaklıyorlar. Ben ağaçları, otları, köpeği anlatacağım sıra horoz bağırıyor. “kesin be kancıklar, ne olacak ötede? Görmediniz mi hışırı çıkmış. İşte kaçmanın sonu bu” diyor. Hep susuyorlar. “Pis, kötü yaratık” diyorum içimden, “Geberesi..”

            Gücü elinde bulundurduğu için söz söylemeyi ve başkaları adına karar almayı kanıksamış her insan gibi bu horoz da başka avluların olmadığını kabullenmiş. İçinde bulunduğu durumdan memnun. Çünkü her şey onun lehine o anki koşullarda. Son kez söz cesur tavuğumuzda; bakalım pek çok kişi gibi düzene boyun mu eğecek yoksa onurlu insanlar gibi zulme karşı isyan mı edecek.

            Kaçacağım. Ama köpekler varmış, başka canavarlar varmış, olsun. Bu sefer kanatlarımı açar uçuveririm, hırpalatmam kendimi onlara. Şimdi de bir şeyim yok. Yalnız ensem sancıyor az az. Hele o geçsin, hele kanatlarım az daha uzasın kaçacağım buradan.

            Bir köyde babasız olarak büyümüş, içlerinde yaşadığı insanlardan farklı olduğu için dışlanmış, hor görülmüş, aşağılanmış, duygularını çok yoğun yaşayan ve bir ağa kızını, sevgisini tutkuya vardırırcasına sevmiş bir köy delikanlısın hikâyesi.  Osman’ın hikâyesi.

            Tutku adlı hikâyeden:

            Kalk git buradan kör karının piçi. Gelme buraya. Rezil ettin beni köye. Kala kala sana mı kaldım ben? Yıkıl, git hadi!” ben hep gözlerine bakardım. Kaskatıydılar. Testiyi doldurmuş dönerken durur gene bağırırdı: “Gitmedin mi daha? Ne namıssızmışsın sen be! Bir de seni avlumuza sokardık. Namıssız. Piç işte, ne olacak.” Sağırmışım gibi bakardım ona. Testiyi alıp giderken, bakışlarının katılığında bir şaşmışlık olmaz mıydı? Sonra çocuklar gelirler. Gülüşe bağrışa taş, toprak atarlar, çevremde dönerlerdi. “Osman oscuk, gözü boooncuk!” Çocuklar korkunçtular.

            Osman’ın bu taarruza maruz kalmasının sebebi avluya çıkar da belki görürüm diye tüm gününü, kendine bu sözleri söyleyen ağa kızının evine bakmakla geçirmesiydi.  Yani, şiirde bahsi geçen sebep;

Belki balkona kar seyretmeye çıkar diye sevdiğimiz kızlar
Çok dibimiz donmuştur
Ve çoğu zaman
Bu kar mevzuu
Kızlara yeterince ilginç gelmemiştir.

Anlaşılan o ki ağa kızına da yeterince ilginç gelmemişti mevzuu. Şimdilerdeyse insanlar kendileri gösterecek yer arıyorlar; sosyal paylaşım siteleri. Bu lafları duymayı hak eden Osman mı yoksa kendini göstermeye can atanlar mı? Bilemiyorum. Fakat iyi bildiğim bir şey var; biri seni içten ve karşılık beklemeden sevmişse, onu sevmesen bile, sırtını dönme. Üzülür, kırılır.

            Sıradan bir kırlangıcın hikâyesi, sıradan bir insan gibi.

            Yük adlı hikâyeden:

            Sıcaktı. Öğleye doğru belime ağır bir şey kondu. Göz ucuyla baktım; bir kırlangıçtı. “Hayrola?” dedim. “Hayırlar. Birlikte geçeceğiz karşıya.” “Olur yüzsüzlük değil,” dedim öfkeyle, “şimdiye dek görülmemiş bir şey. Bu yolculuk tek başına yapılır.” “Öyleydi. Her yıl binlerce alık kırlangıç güç bela aşar bu denizi de böyle bir kolaylık kimsenin aklına gelmez. Bunu ilk düşünen benim. Sıcağın etkisiyle olacak, az önce geldi aklıma.”
            Güneş batıya devrilmişti ama sevinemiyordum. Bir daha denedim: “Çok ağırsın. Kıyıya değin taşıyamam seni, birlikte düşeceğiz.” “Bana göre hava hoş; sen düşersen gider bir bakasının sırtına konarım. Bak, sizinkilerden biri daha düştü.” Kurtuluş yoktu… taşıyacaktım bu yükü.

            Aslında ne kadar tanıdık bir hikâye, anlatılanları insanlara uyarladığımızda. Sırtımızda taşıdığımız, sırtımızdan geçinen ve bize köle muamelesi yapan insanlar. Bir avuç insanın refahı için kendisine ait olmayan zorluklara katlanmak mecburiyetinde olan bir dünya dolusu insan ve bu insan sayısıyla adalet duygusu arasında  ters bir orantı var.

            Atılmış adlı hikâyeden:

            İlerde bir kayık vardı. Kayıktaki adam balık avlıyor olmalı diyordum. Kıpırtısız öyle duruyordu. İlkten dönsün diye beklemiştim. Bayılırım balık tavasına. Adam kıyıya çıkınca konuşacaktık. İşsiz olduğumu öğrenince yanına alacaktı beni. Bir cigara yaktım. Arkadan şehrin uğultusu geliyordu.
Altı gün mü yedi gün mü oluyor aylaktım. Yirmi beş lirayı veren adam yere yere bakmıştı. Sormadım. Önemli olan neden atıldığım değildi; atıldığımdı.
Manavın önünde iki kişi vardı. Durdum. Uzandım küfelerin birinden bir elma aldım. “kaça bunun kilosu?” diyecektim. Elimdeki en irisiydi. Kimsenin bana baktığı yoktu. Elmayı cebime attım, yürüdüm. Beş adım sonra arkamdan kısık bir ses “aşırdı” dedi. Döndüm; “kim o aşırdı diyen?” diye bağırdım. Üçü birden dönüp baktılar. Geçe biden çevirdiler başlarını: beni görmemişler gibi, ben orada yokmuşum gibi.
Yandaki kanepede oturan bir adam bana bakıyordu: beni görüyormuş, ben oradaymışım gibi. Tek ayaklıydı bu adam; bir bacağı tahtaydı. Bir cigara yaktım. Umutluydum. Yeni bir işe girecektim. Bu sabah “Yarın uğra” demişti birisi…

Şehir yaşamı: kalabalıklar içindeki yalnızlık, bir başınalık duygusunu hissedebiliyor musunuz okurken? Peki ya umutsuzluk içindeyken, her şey ters giderken bile umutluyum demenin ne zor olduğunu. Umudunuz olmadığı halde umutluyum derken boğazınızda düğümlenen şeyin ne olduğunu merak ettiniz mi hiç? Daha çok görünebilmek adına geldiğimiz şehirlerde gittikçe siliniyoruz; bakıyor ama görmüyorlar, bakıyoruz ama görmüyoruz.


Eylemci adlı hikâyeden:

Emin Tınoğlu ertesi sabah kalktıktan sonra çantasını alıp evden çıktı. Ülkü Derneği yöneticisinin evine gidecekti bugün bombaları almak için. Geçen ay üç bomba vermişler, üçünü de kullanmıştı. Dernekte ilk görüştüklerinde adam şaşırmıştı. “Böyle işleri gençler yapıyor. Yaşlısınız siz.” “Yaşlı olmam daha iyi; kimse kuşkulanmaz. Polisler kimlik bile sormuyor bana.” Sonunda kabul ettirmişti eylemciliğini. Geçen ay kullandığı üç bombadan en etkilisi Devrim Kitabevi’ne attığı olmuştu. Dükkân harap olmuş; kitapçı ile bir alıcı ölmüş, birisi de yaralanmıştı. “Devrim kitabeviymiş! Adından belli değil mi komünist yuvası olduğu? Alışveriş edenler de öyledir. Kökünü kazımalı bunların.” Bu kez de ilk bombayı şu berber dükkânına koyacaktı: İleri Berber Salonu. Gösterecekti ona ileriyi. Son yıllarda ne de çok solcu türemişti ülkede. Bir gün yandaki apartmanın birinci katında oturan şu solcu yazarın da defterini dürecekti. Yalnız yeterince bomba vermiyorlardı. Bir öğrense bunları yapmayı!
            Sokağa vardığında berberin önünde kimseler yoktu; içerde berberle kalfası iki kişiyi tıraş ediyordu, bir adam da oturmuş gazete okuyarak sıra bekliyordu. “Görürsünüz az sonra solcu gazeteleri okumak nasılmış!”
            Öğleden sonra Emin Bey odasında bir süre kitap okuduktan sonra rehberde komşu solcu yazarın numarasını bulup telefonla aradı onu. Telefonu açanın adamın kendisi olduğunu öğrenince:
            -Bana bak yakında soluğunu kesicem senin, dedi.
            -Hadi oradan moruk, senin soluğun kesilmiş belli.
            -Moruk değilim ben, 25 yaşındayım.
            -Öyleyse kafanla sesin moruklaşmış senin.
            -Yakında görürsün sen moruğu.
            -Suçum neymiş benim? Ezilen, sömürülen yoksul halka bir kurtuluş önlemi önermek suç mu?
            -Değil ama senin önlemin komünistlik.
            -Sömürücülere gönüllü uşaklık eden, yüzünü göstermekten korkan yüreksiz faşistler vız gelir bana; elinden geleni ardına kayma, deyip telefonu kapadı adam.
            Ana yola çıkan sokağa sapınca ilerde, köşedeki bankadan patlamalar duydu. Camları kırılmış büyük pencerelerden dışarıya alevler taşıyordu. “Komünistlerin işi bu. İyi ki çalışma saati değil.” Yüreği çarparak hızlandı. Karşıdan, yirmi yaşlarında iki genç koşarak geliyordu. Emin Bey yaklaşan gençlere öfke ile “Durun ulan piçler!” diye bağırıp kollarını açtı, tutmak için. Olay yerinden hızla kaçanlardan birisi farkında bile olmadan ona çarptı. Emin Bey sırt üstü yere düştü, başını kaldırımın kıyısına çarptı. Öylece uzanmış kaldı orada., kıpırdamadan. Az sonra yanında toplanan birkaç kişiden biri: “Ölmüş bu yahu; kanı bile akmamış.” dedi.

            Kendinden farklı düşünenlere karşı beslenen kinin gençlere has bir olumsuzluk olmadığını gösteren bir hikâye. Kendisi de kin besledikleriyle aynı eylemi gerçekleştiren, kendi eylemini meşru, karşıt düşüncenin eylemini vatan hainliği olarak gören zihniyete bir örnek. Adımlar özeleştiri yapılarak atılsa, belki de bu noktada olmazdı dünya.           
           
            Kitabın sonuna gelinceye dek okuduklarımın ve okuduklarımın düşündürdükleri ve çağrıştırdıkları, gerçekler ile gerçekmiş gibi gösterinler arasındaki farkı altını çizdiği için içim biraz burulmuştu. Neyse ki kitabın sonunda yer alan iki tebessüm ettirici ve çocukluk günlerini hatırlatıcı masal durumu biraz toparladı. Son olarak kitaba kulak kesiliyoruz.

            Deve deveyken, sinek sinekken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken, anam beni doğuracaktı. “Sancım tuttu sana, koş ebeyi çağır.” dedi. Fırladım kalktım; babam huysuzluk ediyordu ama kim dinler babamı, doğmak istiyordum ben. Ebenin evine koştum; kapıyı çaldım. “Kim o” dedi bir ses. “Ebanım, bize gidicez, anam beni doğuracak.” dedim. “Ebe evde yok, gökyüzüne gitti çocuk doğurtmaya.” dedi aynı ses. Durulacak zaman mı, koştum eve.
            Sık sık kayboluyordum artık. Belki bu yüzden belki de beşiğini sallarken huysuzluk ettikçe kulaklarını çekmemin öcünü almak için, babam okula verdi beni. Yıllarca sürdü bu. Hiç hoşlanmıyordum; arkadaşlarla itişip kakışmak, öğretmenleri dinlemek yüzünden elimde olmadan büyüyordum. Konuşmam yetmiyormuş gibi düşünmeye de başladım. En kötüsü buydu. Çoğu insanlar gibi düşünmeden konuşsaydım kimse bir şey demeyecekti; ama ben düşündüğümü söylemeye kalktım. Yukarıya bildirildi; başöğretmen beni getirtip ağzıma acı biber sürdü. “Böyle giderse beynine de biber sürülür” dedi…  

11 Nisan 2013 Perşembe

Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan

0 yorum

Oğuz Atay'dan bir biyografik roman. Okumakta çok geç kaldığımı düşündüğüm bir kitap. Hem Oğuz Atay'la hem de Mustafa İnan'la tanışmama vesile olan bir eser! Oğuz Atay'ın üslubuna alışık olmayanlar ilk bir kaç sayfa zorluk yaşayabilir. Ancak alıştıktan sonra dur durak bilmeden okuyacak; Mustafa İnan'ın hayatına, yaşadığı döneme zaman yolculuğu gerçekleştireceksiniz! O dönemleri aslında biliyorsunuz! Ama bu sefer hiç bakmadığınız açılardan bakacaksınız.

Zaman yolculuğu demişken Oğuz Atay, kronolojik bir roman sunmuyor. Kendine özgü zaman çizgisiyle ve kelimeleriyle bilmediğimiz bir kişinin hayatını gösteriyor.  Kimi zaman, keşke bu kısımları biraz daha fazla anlatsaydı demeye hazırlıklı olun!

Oğuz Atay, Mustafa İnan'ın öyküsünü; Mustafa İnan için, onun ölümünden sonra düzenlenen ödül törenine denk gelen bir öğrenci ile öyküyü anlatan profesör üzerinden bize aktarıyor.

Mustafa İnan kimdir? Vikipedi'deki sayfasına burayı tıklayarak ulaşabilirsiniz. Mustafa İnan bir kaç cümleye sığmaz... 1911'de doğup 1967'de vefat etmiştir. İki dünya savaşını gören, Kurtuluş Savaşı'nı yaşayan, damdan düşmesini "aklım yerine oturdu" diye niteleyen inşaat mühendisi dehadır. Yurtdışında ilk doktorayı yapan, Türkiye'de teknik ekol oluşturan, doktorayı Türkiye'ye taşıyan, devamlı öğrenen bir öğrenciydi...

Oğuz Atay'ın ileride çocuklarıma okutacağım kitabıdır! Hatta okullarda ders olarak okutulması gereken bir kitaptır! Bu kitabı okurken sayfalarca not çıkardım.
" 'Ben efsaneleştirmeye pek karşı değilim aslında,' dedi orta yaşlı profesör. 'Yeter ki efsaneleşen kişi buna hak kazansın. Ne yazık ki insanların kalabalık bölümü onları biraz büyütmezsen pek etkilenmiyor. Tek başına elli kişiyi birden kılıçtan geçirdiğini anlatmazsan kahraman olamıyorsun. Üstelik bilim masalları da zararsız. Buna inanan, bilim kahramanlarının efsanelerine özenen, sonunda olsa olsa profesör filan olur, hiç olmazsa insan kasabı olmaz.' " (sayfa 79)
Okudukça kızdım, kızdıkça okudum! Kızdım çünkü ders almadığımız, hep aynı hatalara düştüğümüz şeyleri gördüm.

Kocaeli Üniversitesi Mühendislik Fakültesi'nde kısa çaplı bir anketle şu sonuca ulaştım; öğrenci arkadaşlarımın çok çok azı Mustafa İnan'ı tanımaktadır!

Dört yılımı liseye "harcamış" bir insan olarak hafızamı yokladım. Hiçbir hocam bu bilim adamından bana o zamanlarda da bahsetmedi! İşimiz sadece formülleri ezberlemekti!
"Kozmoğrafya imtihanına giren öğrencilerin kopya çekmek yerine bütün kitabı ezberlemesini isteyenlere söylüyorum." (sayfa 54)
Sanat Tarihi ve Bilim Tarihi dersleri koymak çok zor sanırım... Yakın tarihimizi ve büyüklerimizi tanımaktan o kadar yoksunuz ki... Çağdaşı Cahit Arf'ı ilk defa paralar üzerinde görenlerimiz var. Çağdaşı mimar ve sanatçı Arşi Olcay'ı ise o kadar az tanıyan var ki...  Bu da ince sitemimdir.
" Bazılarına, çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir. Bırakınız bu işleri öyleleri yapsın. Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirasıyla yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir. Bırakınız parayla da onlar uğraşsın. Sizin 'kuvvetli' olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi 'Kuvvet nedir?' diye merak ediyorsanız, buyrun, sizleri Mekanik Kürsüsü'ne beklerim. Çünkü bazılarına göre 'Kuvvet' para ile organizasyonun çarpımına eşittir; bize göre de kuvvet ivme ile kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür. Bu iki formülü birbirine karıştırmayın, kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın olur mu çocuklar? " (sayfa 217)
Alıntılanacak, anlatılacak o kadar çok yer var ki... Mustafa İnan bir şeyleri değiştirmek için para ve organizasyondan ziyade; ivmeyi yani hareketi ve kütleyi yani bilgiyi kullanmıştı!

Hocam, sizinle biraz geç tanıştığım için özrümü kabul edin. Ruhunuz şâd olsun.


Kitap, İletişim Yayınları'ndan 1987'de yapmış olup bendeki 2008 tarihli 29. baskıdır.

Kitap:
İletişim Yayınları Resmi Sitesi
İdefix.com
Kitapyurdu.com

31 Mart 2013 Pazar

Doğu'dan Uzakta

0 yorum

Adam şehrinden, ülkesinden ve sevdiği bağlılık duyduğu arkadaşlarından, üniversite çağında ayrı düşmüş veya düşürülmüş bir kişi. 
"Önce ülken sana karşı belli taahhütleri yerine getirecek. Orada tüm haklara sahip bir yurttaş olarak görüleceksin, baskıya, ayrımcılığa hak etmediğin mahrumiyetlere maruz kalmayacaksın. Ülken ve yöneticileri sana bunları sağlamak zorunda, yoksa sen de onlara hiçbir şey borçlu olmazsın. Ne toprağa bağlılık, ne bayrağa saygı. Başın dik yaşayabildiğin ülkeye her şeyini verirsin, her şeyi, hatta hayatını bile feda edersin; ama başın yerde yaşamak zorunda kaldığın ülkeye hiçbir şey vermezsin. İster doğduğun ülke, ister seni kabul eden ülke söz konusu olsun. Yüce gönüllülük yüce gönüllülüğü, umursamazlık da umursamazlığı ve aşağılama da aşağılamayı doğurur. Özgür varlıkların anayasası böyledir ve ben de başka anayasa tanımıyorum.
Kısacası, kendi isteğimle ya da hemen hemen kendi isteğimle giden ben oldum." (sayfa 62)
Adam gidişini, "doğduğu topraklara" ziyaretinde bu şekilde açıklıyor.

Adam'ın ziyaretinin kaynağı, zamanla araları açılan Murad'ın vefatı... Murad'ın Adam'ı son kez görmek istediği Murad'ın eşi Tania tarafından Adam'a iletilir. Adam ilk uçakla ülkesine dönüş yapar. Özenle kaçındığı anıları kendisine görünmeye başlar. Ülkeye girişini Adam şu sözlerle not düşmüştür:
"Gümrüğü geçiyorum, pasaportumu uzatıyorum, geri alıyorum ve terk edilmiş çocuksu bakışlarımı kalabalığın üzerinde gezdirerek dışarı çıkıyorum. Hiç kimse yok. Kimse bana seslenmiyor, kimse beni beklemiyor. Kimse beni tanımıyor. Hayalet bir arkadaşla buluşmak için geldim buraya ve daha şimdiden kendim bir hayalet oluverdim."(sayfa 20)
Olayların gelişmesiyle her dine mensup arkadaşlarını tekrar ülkede bir araya getirmek fikri şekillenmeye başlamıştır. Bu fikir Tania'dan gelmesine rağmen, Adam zamanla bu fikri iyice benimsemiştir ve tüm arkadaş grubunu bir araya getirmek niyetindedir. Bunun için herkese ulaşmak ister ve arkadaşlarının anıları kaleminden not defterine düşmektedir.

Amin Maalouf bu şaheserinde de kimlik üzerine, göçmenlik üzerine eğilmiş. Şaheser çözümlemeler ve kaçışlarla iyice kendisine çekmektedir! Bu kitap ders kitabı olmalı! Savaşlar toplumdan ziyade kişileri nasıl etkiliyor ve bu savaş kimin savaşı soruları üzerine de cevaplar arıyor! Ancak Amin Maalouf, cevaplardan çok savaşların kişiler üzerindeki etkileri ve sonuçlarıyla ilgili. Not aldığım o kadar çok sayfası var ki!

Kitap Yapı Kredi Yayınları'ndan Kasım 2012'de ilk baskısını yapmış. Çeviri Ali Berktay'a ait.


YKY Resmi Sitesi
KitapYurdu.Com

13 Mart 2013 Çarşamba

Amat

0 yorum

İhsan Oktay Anar'dan bir mükemmel kitap, bir şaheser daha! İhsan Oktay Anar'ın fikir denizinde, ahşaptan bir gemiye yüklü fırtına, kan ve bilinmezlikle; gerçekçi bir masal ile, masalsı gerçekleri anlatıyor! Gerçekle masalın bu raksında varlık ve zaman üzerinde kalem mürekkebini bırakıyor!

Bu kitapla birlikte, İhsan Oktay Anar'ın okumadığım kitabı kalmamış oldu! Amat bir gemi.; kah sisin ortasında kalan, kah düşman gemileriyle karşılaşıyor. Ancak gemidekiler zamanla Amat'ın sıradan bir gemi olmadığının farkına varıyorlar.

Belirtmeden geçemeyeceğim, Amat kelimesinin anlamını kitabın içinde bulabilirsiniz. TDK'nin resmi sitesi sonuç vermeyecektir.

İhsan Oktay Anar'ın kitaplarında varlık üzerine yoğunlaşması malumunuz.

Her kitabında varlığın bir başka boyutu üzerine eğilmiştir:
"Fisagorculara göre zamanın sonsuz olmasının yegâne yolu onun döngüsel olmasıydı. Risâlede bu bahsi izah etmek için şöyle bir örnek verilmişti: Söz gelimi Amr, belli bir tarihte doğup zamanla büyüdüğü vakit Zeyd ile arkadaş olduktan sonra, arkadaşına ihanet ederek onun tarafından öldürüldüğünde, zaman döngüsel olduğu için tekrar doğacak, yine Zeyd ile karşılaşacak yine ona ihanet edecek ve yine öldürülüp yine doğacaktı. Bu döngü sonsuza kadar sürecekti. İşte, zaman döngüsel olduğu için sadece geçmişi değil, geleceği hatırlamak da mümkündü. Kısacası hatırlama ile kehanet aynı şeydi. Öte yandan, filozof Aristâtalis gözler nasıl ki ışığı ve kulaklar da sesi algılıyorsa, hafızanın da zamanı algıladığını ileri sürmüştü. Müridinin yazdıklarına bakılırsa, İbni Parmen de hafızanın, tıpkı göz ve kulak gibi bir duyu organı olduğunu söyler görünüyordu. Bununla birlikte hafıza geçmişi ve geleceği algılamaktaydı. Ancak bu filozof, geçmişin ve geleceğin olmadığını söyleyerek Fisagorculardan ayrılıyordu. Mesela, 'Bir dedem var idi,' dendiğinde bundan, dedenin artık var olmadığı, 'Bir oğlum olacak,' dendiğinde ise oğlun henüz var olmadığı sonucu çıkıyordu. Öyleyse var olduğu söylenen herhangi bir şey geçmişte ve gelecekte olamazdı. 'Her ne kadar uzakta olsalar da zihinde şimdi bulunan şeylere bir bak' diyen İbni Parmen'e göre, 'şimdi çocuk olduğunu' ve 'şimdi ihtiyar olduğunu' hatırlayan, dolayısıyla 'algılayan' biri yanılmaktaydı. O, aynı zamanda hem çocuk hem de ihtiyar olamazdı. Ne çocuk ne de ihtiyar olan biri de, ezelî ve ebedî bir 'şimdi' içinde yaşıyor demekti. İşte bu yüzden o kişinin ölümsüz olduğunu kabul etmemiz gerekiyordu." (Sayfa 117)
 Amat eserinde, İhsan Oktay Anar mitolojiye olan hakimiyetini bir kere daha göstermiştir!

Bu kitabı üzerien anlatılabilecek, konuşalabilecek o kadar çok şey var ki! Ancak ben bunları bir şişenin içine koyup denize bırakmak taraftarıyım. Çünkü söyleyeceklerimin hepsi İhsan Oktay Anar'ın denizinde çoktan ortaya çıkmıştır!

Kitabın sonlarını nefessiz okudum. Amat'a ne oldu? İhsan Oktay Anar, kıvrak sonlarına bir yenisini daha eklemiş! İhsan Oktay Anar kitaplarıyla ilgili şimdiki hedefim, tüm kitaplarını inceleyerek okumak. Zira kendisine ait hangi fikir tohumunu nereye gömdüğünü bulmam lazım!

Bendeki nüsha Kocaeli Üniversitesi Merkez Kütüphanesi'ne ait olup, İletişim Yayınları'ndan 2010 tarihli sekizinci baskısı. Kitabın ilk baskısı 2005 yılındadır.



İletişim Yayınları Resmi Sayfası
Kitapyurdu.com

6 Mart 2013 Çarşamba

Kitab-ül Hiyel

0 yorum
İhsan Oktay Anar'ın bir başka mükemmel eseri! İhsan Oktay Anar bizi bu kitabında pastel renkli dünyasında mucitlerin hayatlarına bir yolculuğa davet ediyor! Kendi çizimleriyle de bezmiş olduğu bu şaheseri dişli çarklar arasında budasyom patlamaları vaat ediyor!

Yâfes Çelebi'nin hiyel(mekanik) merakıyla başlıyan bir serüven! Yâfes Çelebi'den sonra, onun uyguladığı kuvvetle çalışmaya başlayan çark, aynı evde iki kuşak daha döndürüyor. Yâfes Çelebi mekaniğe yatkın ve de meraklı bir kişi. Demirci çıraklığıyla başlayan ticaret hayatında ilk icadı bir makas-kılıç oluyor! Bu icadı onun demirciler çarşısından atılmasına sebep oluyor! Yâfes Çelebi'nin ustasının konuyla ilgili sözleri:
"Diğerleri senin yeteneğini görüp korktular. Çünkü gediğin elinden alınmasaydı onların bu ticareti yürütmeleri zor olacaktı. Yaptığın kılınç, onların bütün müşterilerini ellerinden alır, üstelik bunun arkası da gelir. Ama ben bambaşka bir sebepten ötürü onların kararına katılıyorum: Ustaların kılınç yapmak için saatlerce ve günlerce dövdükleri demir neden serttir, bilir misin? O, insan oğluna hemen boyun eğmez, çünkü onların, kendisiyle işleyecekleri suçları bilir. Bu yüzden de ortak olacağı günahların bedelini ateşte dövülürken peşinen öder. Zalimlerin kolları kendi erişilmez isteklerine göre çok kısadır. Tutkularının büyüklüğü onları böylece sakat kıldığından, bizim kılınç dediğimiz koltuk değneğini kullanırlar. İcad ettiğin silah işte onların tutkularını büyütecek ve zulümlerini arttıracak. Sen onların kollarını uzattın. Oysa kılınçlar yeterince uzun değil miydi?" (Sayfa 14)
Yâsef Çelebi'nin makas kılıncı.

Yâsef Çelebi'nin ustası Zekeriya Efendi işte böyle öğütlüyor. Ancak buna rağmen Yâsef Çelebi'nin mekanik aşkı dinmiyor. Aksine körükleniyor. Çizimlere döktüğü icatlar İmparatorluk Hiyel Nazırı Uzun İhsan Efendi tarafından kabul görmüyor. Sonunda doğrudan padişahın huzuruna çıkartmak adına "tahtelbahir"i icat ediyor! Lakin bu onun hayatını değiştirecek bir karardır.

Yâsef Çelebi'den sonra hiyel ilmini, onun azat ettiği eski kölesi "kara" namlı Calûd devam ettiriyor. Calûd'un iktidara olan meraki belki de doğuştandır ki daha köle pazarında kendini gösteriyormiştir. Calûd efendisinden sonra tüm dünyayı ele geçirmek planları peşinde koşmaya başlamıştır ki bu da onun kendi sonunu hazırlayışına delalettir. Calûd bir zaman sonra yardımcı arayışına girer. Son yardımcısı, yetim olan Üzeyir Bey'dir ki çocukluktan ergenliğe kadar hiyel ilmini Kara Calûd'dan öğrenmiştir. Ayrıca Kara Calûd o kadar çok eziyet etmiştir ki, Üzeyir kendi benliğini unutup Calûd'un aşıladığı benliği yaşamaya başlamıştır.

Uzun İhsan Efendi'den:
"Önce bir yıldız gördüğünü sandı. Oysa bu sadece bir noktaydı. Böylece kör olmadığını ve her şeyi gördüğünü anladı. Çünkü gördüğü noktanın olmaması, bütün gözlerin kör olması demekti." (Sayfa 148)
Nokta üzerine:
"Arapçada noktasız ha ile yazılan tahayyül, becerikli olmak, maharet göstermek, hiyle yapmak, hiyel ilmiyle uğraşmak, hiylekâr ve hiyelkâr olmak gibi anlamlara geliyordu. Noktalı hı ile yazılan tahayyül ise hayal etmek, imgelemek anlamına geliyordu." (Sayfa 149)
İhsan Oktay Anar yine mükemmel bir şaheser ortaya koymuş!

Kitabın İletişim Yayınları'ndan 2011 yılındaki 22. baskını Kocaeli Üniversitesi Kütüphanesi'ndeki kopyasını okudum.


İletişim Yayınları Resmi Sayfası
KitapYurdu.Com

Beyaz Zambaklar Ülkesinde

0 yorum

Muhteşem bir eser! Mutlaka okunması ve okutulması gereken kitaplardan. Kapağında da belirtmişler; Mustafa Kemal'in Türk milletinden okumasını istediği kitap diye!

Okuyun!

Grigory Petrov kalkınan bir ülkenin mükemmel bir tablosunu çizip bizlere aktarmış. Dili sade ve gayet rahat anlaşılır. Bir halkın yeniden yükselişi için gerekli olan ve en temel uygulamaları anlatmış. Fin düşünür ve önderlerinden Snelman anılarıyla bezeli!

Grigory Petrov, bu kitabıyla yeni bir bakış açısı kazandırıyor! Üstelik Mustafa Kemal Atatürk'ün yaptıklarıyla karşılaştırmalı olarak okursanız bambaşka bir bakışa daha sahip oluyorsunuz. 

"Kurtçuklar gibi önemsiz ve kişisel dertlerinizin çamurları içinde kıvranmayın. Bunun yerine devletin temellerinin yenileştirilmesini ve ulusun bundan sonra alacağı eğitimin biçimlerini düşünün! Tarih bazı ulusların, bazı devletlerin acıklı sonuçlarını yazdığı gibi, diğer bazı devletlerin ve ulusların gelişme ve ilerlemelerini yazmak için de parlak sayfalar açmaktadır."(sayfa 15)
"Tarih, halk kitlelerinin bir hayvan sürüsü veya çalışkan bir karınca yuvası konumundan çıkarılarak, akla uygun ve mutlu bir hayat yaratan milyonlarca sanatçıya çevirmenin çarelerini, devlet hayatının nasıl güçlendirileceğini, halk kitlelerinin nasıl eğitileceğini gösteren bir bilimdir."(sayfa 16)
 Grigory Petrov Snelman'dan aktarıyor:
"Finlandiya, her zaman Rusya ve İsveç tarafından işgal edilme tehlikesi karşısındadır. Güçlü ve açgözlü komşularına karşı durabilmesi için kültür bakımından onlardan yüksek olması gerekir." (sayfa 35)
Grigory Petrov kitabında; Türkler tarafından da sevilen futbol için ayrı bir bölüm açmıştır.

Kitap hakkında bir kitap daha yazılabilir! Basit anlatımlı o kadar çok bilgi var ki içinde! Bazı kütüphaneler bu kitabı dünya klasiği olarak kabul etmektedir ki etmemek de el değil gibi görünüyor!

Kendime notlardan birisi de şudur ki; düşünmeyi bırakıp diğer fikirleri dinlemeyi de unutmuşuz! Dinlemeyip, fikirlerimizi salt savunma içine girmişiz!

Bendeki kitap, Tutku Yayınevi'nden, A. Göke Bozkurt çevirisiyle Ocak 2013 baskılıdır.



Tutku Yayınevi
KitapYurdu.Com

24 Şubat 2013 Pazar

Kudret Delisi

0 yorum

Irving Wallece şaheseri. Elimindeki kitabın en büyük özelliklerinden birisi 1983 baskısı olması! E Yayınları tarafından Leyla Tavşanoğlu'nun çevirisiyle basılmış. Baskısından tam 30 yıl sonra elime geçmiş bir kitap. Kimbilir en son ne zaman açılmıştı kapağı... Böyle kitapları elime aldığımda tarif edemediğim bir mutluluk kaplar içimi. Yılların tozu, görmüş geçirmişliği ellerimde gibi hissederim. Sayfaları çevirmeye başlayınca tozları etrafta uçuşur. Yapraklarının kokusu da ayrı güzeldir zaten.

Kitabı okurken, kaç zamandır aklımda olan bir soruya cevap buldum. "Terör" kelimesi yerine eskilerimiz ne diyordu? "Tedhiş" kelimesini kullanıyorlarmış. Türk Dil Kurumu bunu "yıldırmak" anlamında olduğunu söylüyor.

Olaylar cep telefonunun olmadığı, internetin olmadığı zamanlarda gazetecilik üzerine gelişiyor. O dönemin gazeteciliğini de işlemiş. Zorlukların bol olmasına rağmen daha eğlenceli daha zevkli bir iş olduğu da aşikar. Gazeteler haberleri için muhabirlere daha fazla ihtiyaç duydukları da gün gibi ortada. Günümüzde haberleşmenin temelini internet ve uydular oluşturuyor. O zamanlarda iletişim bu kadar kolay değilmiş. Kitapta bir tamlama çok hoşuma gitti: "Bilgisayar çağı". Kitabın akışına kendimi o kadar kaptırmışım ki sayfasını not etmeyi unutmuşum. Sanırım gazetenin yazı işleri müdürü kullanıyordu bu tamlamayı.

Edward Armstead'e, babasının vefatından sonra New York'un ikinci büyük gazetesi -The New York Recorder- şartlı miras kalır. Bu şart New York Recorder'ın traji, ilk bir yıl içinde bir kere olmak üzere New York Times'ın trajını geçmek zorundadır. Aksi taktirde gazete NewYork Times'a satılacaktır. Edward babasının gölgesinde kalmış, 50'lili yaşlarında olmasına rağmen hala babasının etkisinden kurtulamamış bir adam. Bu şart karşısında çıldırmıştır. Eli kolu bağlı bunu nasıl başaracağını düşünürken, eski ahbabı Hugh Weston'dan taziye telefonu alır ve kızının Victoria Weston'a gazetesinde yer olup olmadığını sorar.

Victoria Weston gazetede ilk iş olarak idam cezası Sam Yinger'ın son dakikalarını nasıl geçirdiğini öğrenmek üzere aynı idam hücresinde kalıp son anda cezadan yırtan Gus Pagano ile ropörtaj yapar. Gus Pagano yayımlanmamak kaydıyla hücrenin altındaki, özgürlüğe açılan gizli geçitten söz eder. Victoria bunu patronuna bildirdiğinde olaylar gelişmeye başlar.

Edward Armstead artık haber kovalamak değil haber yaratmak peşindedir. Sam Yinger'ın kaçışını ilk haber -Mark Bradsawh imzasıyla- veren gazete olarak New York Recorder'ın trajını New York Times'ınkinin üzerine taşımıştır.  Bunun üzerine haber yaratmak fikrine iyice ısınmıştır. Sam Yinger olayından sonra İspanya Kralı kaçırılır. Habere Mark Bradshaw imzasını atar. BM Genel Sekreteri kaçırılır. İsrail Başbakanı öldürülür. Bu tedhiş eyleminden sonra da atlatma haberler vererek basın dünyasının merkezine yerleşmiştir. Bir sorun vardır; Vicky Weston ve onun çalışma arkadaşı Nick Ramsey olayların patlak verdiği yerlerde olmalarına rağmen hiç tanımadıkları çalışma arkadaşları Mark onlardan önce haberi gazeteye geçmektedir.

"Ölüm onu bekliyordu. Gözleri yaşlarla doldu. Yaşama isteği öylesine güçlüydü ki... Bu şaşırtıcı dünyada görmesi gereken o kadar çok yer, bilmediği o kadar garip ama tatlı insan, hiç görmediği o kadar güzel kadın vardı ki" (sayfa 356)

Victoria, eskilerden hatırladığı Aldous Huxley'nin Mona Lisa'nın Gülüşü adlı öyküsünden alıntılama yapıyor.

New York'tan Paris'e, Cenevre'ye, İstanbul'a, Tokyo'ya kadar uzanan bir kovalamaca bir haber tutkusu üzerine bir şaheser.

Kitabın kapağından da söz etmeden geçemeyeceğim. Artık günümüzde ileri teknoloji olmasına rağmen bu kadar güzel kapak meydana çıkmıyor. Tabi müthiş kapaklı kitaplarımızın da hakkını yememek lazım.

Kitap, 1983 yılında, E Yayınları tarafından, Leyla Tavşanoğlu çevirisiyle, Reha Yalnızcık kapağıyla basılmıştır.

Arka kapağı okuyamayanlar için:
"Dünyada en çok okunan beş yazardan biri olan Irving Wallace, bütün dünyada yirmi yılda 156 milyon kitap sattıran yeteneğini Kudret Delisi'yle bir kez daha kanıtlıyor...
Edward Armstead, babasının ölümüyle, bir milyar doların yanısıra, muazzam bir basın imparatorluğunun ve New York'un en çok satan ikinci gazetesinin mirasçısı olmuştur. Fakat bir tutkusu vardır: Babasının ününü, kudretini aşmak...
Babasının genç metresine sahip olmak Edward'a yeterli gelmez, basın imparatorluğunun kalbi olan gazeteyi de bütün rakiplerinin üzerine çıkarmak zorundadır...
Bunun içinse haberleri kovalamak değil, hiç yoktan yaratmak gerekeceğini kısa zamanda anlar... Günün birinde İspanya Kralı kaçırılır, İsrail Başbakanı öldürülür, Papa'ya suikast girişiminde bulunulur...
Bütün bu olaylar Edward'ın gazetesinde atlatma haber olarak birinci sayfada manşettir... Edward bir gazetecilik dehasıdır sanki...
Ancak sıra o güne kadar yaratılan haberlerin en müthişine geldiğinde, patronunun tutkularının aleti olan bir kadın muhabir bütün bu olağanüstü haberlerin kökenini araştırmaya başlar... "

Böyle kitaplar elime geçtikçe sahaf olasım geliyor!

Kitabın baskısı bulunmadığı için sahaflara bakınız.
Gittigidiyor.Com'da da ikinci elleri bulunmaktadır: http://www.gittigidiyor.com/arama/?k=kudret+delisi

17 Şubat 2013 Pazar

Behzat Ç. Son Hafriyat

0 yorum

Behzat Ç.nin ikinci kitabı. Emrah Serbes'in sinemaya uyarlanan eseri. Kısaca öyküsü, kendisine Red Kit diyen bir kişiden Harun'a telefon gelir. Köpek gömdüğünü söyler. Harun telefon sapığı diye adamı tersler. Bir kaç gün sonra aynı kişiden bir telefon daha gelir, bir kişiyi daha gömdüğünü söyler. İşler karışır. Behzat Ç. kızının ölümünden sonra konuşmamaktadır. Silahlı çatışmada bir genci vuran adamı vurur. Bunun soruşturması devam ederken, Red Kit'le de uğraşırlar. İşler Emrah Serbes üslubuyla çözülmeye başlar.

 Emrah Serbes bu kitabında, üslubunda bir kaç küçük oynama yapmış. Büyük değişiklikler değil. Bir kaç paragrafta kendini gösteriyor. Şule'nin varlığı Behzat Ç.yi mutlu eder.

Sinema uyarlaması, Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm, adıyladır.

Kendini Ahmet Sanan Süleyman'dan bahsetmeden geçemeyeceğim. Kendi halinde bir deli. Kitapta da ara ara karşımıza çıkıyor. Başına gelenlerse...

Emrah Serbes'in bu kitabı da okunması gereken kitaplar arasındadır. Ayrıca şunu alıntılamadan da geçemeyeceğim. Harun ile müfettiş arasında geçen konuşma :

" 'Komiser Sabri Özay da olay yerinde miydi o sırada?'
'O kim?'
'Yıllardır beraber çalıştığınız arkadaşınızı tanımıyor musunuz?
'Anlamadım bizim Hayalet'i mi diyorsunuz?'
'Evet. Hayalet lakabıyla biliniyor galiba.'
'Onun adı Sabri miymiş? Ben Sami zannediyordum.' " (sayfa 37)

Kitap, İletişim Yayınları'ndan ilk baskısını 2008 yılında yapmıştır.

İletişim Yayınları Resmi Sitesi
KitapYurdu.Com

14 Şubat 2013 Perşembe

Behzat Ç. Her Temas İz Bırakır

0 yorum

Emrah Serbes'in kitabı. Uzun zamandır okumak istediğim bir kitaptı. Sonunda fırsat buldum. Malum dizi uyarlaması olan bir kitap ve neyle karşılaşacağım konusunda meraklıydım. Emrah Serbes'in üslubunu bilsem de dizisi olan bir kitap... Okurken, ister istemez, dizisiyle bolca karşılaştırdım. Dikkatimi çekense dizinin mükemmel bir kitap uyarlaması olduğudur. Çok eser uyarlamalarda heba olup gitti... Ancak Behzat Ç, kağıttan çıkıp ekranlarda can bulmuş.

Diziyi bir kenara bırakıp kitaba dönelim. Kitapta Betül'ün şüpheli ölümü ana öykü. İntihar anonsuyla Betül'ün olayını ele alıyor Behzat Ç. ve ekibi. Olayları inceledikçe bunun bir intihar değil, cinayet olabileceği şüphesi baş gösteriyor. İşin derinlerine indikçe diğer şubelerle Behzat Ç. kafa kafa geliyor... Küçük cinayet olayları da bu arada ele alanıyor. Emrah Serbes'in o sakin ve net üslubuyla kitap kendine daha da çok bağlıyor.

Diziye tekrar dönmemek olmaz. Zira kitabı okurken çoğu kez karakterler dizideki gibi gözümün önüne geldi. Behzat Ç. için önce diziyi izleyip sonra kitabını okuyanlardan oldum. Bu sebeple acaba başka şekilde olabilir miydi karakterler diye düşündüm. Üzerinde oynama yapabildiğim sadece Akbaba oldu. Oyuncuların da mükemmel performanslarıyla bir kitabın uyarlaması, kitabını alt edecek kadar iyi olabileceğini anladım.

Çok fazla söze gerek yok. Ben gidip bir bölüm Behzat Ç. izleyeyim. Tabi öncesinde Son Hafriyat -Behzat Ç.nin ikinci kitabı.- var.

Kitap İletişim Yayınları'ndan 2006'da ilk baskısını yapmış.

İletişim Yayınları Resmi Sitesi
KitapYurdu.Com

13 Şubat 2013 Çarşamba

Klon

0 yorum
Kevin Guilfoile kitabı. İşin aslı tanıtımlarındaki kadar harika bir kitap değil. Elbette her kitabın tanıtımı biraz abartılı olması anlaşılır. Ama sanki bu kitapta aşırıya kaçılmış. Öncelikle zaman örgüsünden bahsetmek istiyorum. 17 yıla yayılan bir olay anlatılıyor. Zaman zaman kopukluklar olabildiği gibi çoğu zaman bu 17 senelik zaman zarfı kendini hiç hissettirmiyor. Sadece başlıkta kaldığı bile oluyor. Yazar belki bilerek böyle üslup seçmiştir diye düşünmedim değil. Zamandan çok varlık felsefesi ile gerçeklik üzerinde durmuş. Ancak insanların düşüncelerinin zamanla değişebileceğini göz ardı etmiş gibi.

İkinci olarak söyleyeceğim kısımsa çeviri sıkıntıları. Özellikle, anlatım bozuklukları yüzünden aynı cümleyi bir kaç defa okumak sıkıntısıyla karşılaşmamak kaçınılmaz.

Gelelim öyküye:

 Davis Moore, bir genetik alanında uzmanlaşmış bir doktor. Çocuk sahibi olmakta zorlanan aileler için bağışçıların DNA'larını kopyalayarak ailelerin çocuk sahibi olmasını sağlıyor. Klon karşıtları tarafından baskı altında olmalarına rağmen savlarından vazgeçmiyorlar, işlerini yürütüyorlar. Davis Moore'un kızı Anna Katherine Moore'un öldürülmesiyle Dr. Davis Moore'un hayatı değişiyor. Soruşturma sonrasında kızından kalan eşyaları teslim alan Davis Moore'un eşyaların içinde unutulmuş bir kanıt buluyor ve kanıttan DNA örneği çıkartıyor. Sıradaki ailenin çocuğunun bağışçısının DNA'sını bu DNA ile değiştiriyor. Böylece kanıtların içinden çıkan DNA'nın kime ait olduğunu bulmak peşine düşüyor. Kitabın arka kapağında yönlendirme amaçlı katilin DNA'sı yazsa da kitabı okudukça katilin tahmin edilebilirliği çok yükseliyor. Kitabı bitirmeden katilin kim olduğunu rahatça anlaşılıyor. Yazar karışık bir olay örgüsü kurmak için çalışmış. Kitapta bir çok olay başlıyor ve bitiyor. Bu sonucu elbette etkilemiyor. Sanırım yazar, varlık felsefini başka açılardan  incelemeye çalışmış. Kitapta ayrıntıya boğulduğunuzu hissetmemek elde değil. Bu hissiyat kitabı rafa kaldırmanıza bile sebep olabilir. Zira kitaba başladığını şevki kitap sonunda bulamıyorsunuz. Kitabı bana öneren ve okumam için kendi kitabını ödünç veren arkadaşım, kitaptan sıkılıp okumadığını ben kitabı bitirince itiraf etti. Ön kapakta New York Times'ın yazızına kanmamalı.

Cinayet kitaplarının özelliğidir yazarın yönlendirmek isteği. Ancak bunu bolca hissetmek kitabın kurgusundan şüphe ettiriyor.

Ayrıca klon karşıtı grupların terörist hareketleri polis tarafından bilinirken Anna'nın cinayetinde konu bu taraftan hiç ele alınmadı. Zira Davis Moore'e da cinayet öncesinde silahlı saldırıya maruz kalmıştı. Belki de polis bu açıdan da incelemiştir de ben olay yığını içinde unutmuşumdur...

Kitabın sonuna gelirken "artık bitsin" diye düşünmeden edemedim. "Hangi kelimelerle ve hangi olayla kitabı sonlandırdı acaba" düşüncesi de diğer bir düşüncemdi.

Kanıttan klonlanan çocuk büyüyor ve Davis Moore'u buluyor.

Gölge Evren oyunundan da bahsetmek gerekir. Gölge Evren, insanların, gerçekle birebir kopyalanmış yerlerin haritalarında oynadığı bir oyun. GTA serisinin büyük hali... Bu oyunda, gerçekte ne yapıyorlarsa oyunda da aynılarını yapan insanalar var. Gerçeğin Ta Kendisi oyuncuları diyorlar. Yazar böylelikle sanal benlik, gerçek benlik üzerinde de duruyor.

Kitap, boğucu olmakla beraber zaman zaman sürükleyici de olabiliyor. Ancak bu türdeşlerinin karşısında çok zayıf olduğunu değiştirmez.

Kitap Koridor Yayıncılık'tan, Yasemin Özden KANCA çevirisiyle 2011'de ilk baskısını yapmıştır.


Koridor Yayıncılık resmi sitesi
KitapYurdu.com
 
Copyright © Kitaplık
S.Y.