21 Nisan 2013 Pazar

Bütün Öyküleri

0 yorum

            Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan ve Yusuf Atılgan’ın yaşamı boyunca kaleme aldığı tüm hikâyeleri içinde barındıran bir kitap, hakkındaki yazıyı okuduğunuz. Kitap ile ilgili dikkat edilmesi gereken konularının başında Yusuf Atılgan’ın 1946’dan 1976’ya kadarki 30 yıllık dönemi, Manisa’nın Hacırahmanlı köyünde çiftçilikle uğraşarak geçirmesidir.  Dolayısıyla, hikâyelerde köy ve kasaba yaşamına dair pek çok bilgiye rastlamak mümkün. Bu açıdan bakıldığında, köy, kasaba yaşamı içinde hiç bulunmamış kimseler için anlatılanların havada kaldığı ve sıkıcı bir kitap olabilir. Oysa köy, kasaba yaşamına aşina olanların veyahut az da olsa yaşanmışlığı bulunanların keyifle okuyabilecekleri bir kitap. Bununla beraber, kitapta şehir yaşamına dair hikâyeler de var; şehirdeki insanın yalnızlığını, paranoyaya varan korkularını anlatan hikâyeler.

            Kümesin Ötesi adlı hikâyeden;

            Kendimi bildim bileli öteki dört tavuk, bir horozla hep bu daracık avludayız. Çevremizi bana pek yüksek gelen yapılar, duvarlar kuşatıyor. İki kapı var bu avluda. Birisi gelip geçen insanlar, arabalar, beni hem korkutan hem meraklandıran seslerle dolu sokağa bakanı. Bu kapının açıldığını görmedim hiç.
Bugün bir şeyler oldu. Sabah yemini yedikten sonra gene o her zamanki iç sıkıntısıyla damlara doğru bakarken şu kümesin üstüne atlasam diye düşündüm. Kanatlarımı çırpıp sıçradım. Kendimi kümesin üstünde görünce şaşkınlıktan bağırmışım. Ötekiler de bana bakarak bağrıştılar. Kümesin üstünden öteki kocaman dama uçmak daha kolay. Bir daha sıçradım bağıra bağıra. Kiremitlerin üstünde yavaş yavaş karşı yana yürüdüm. İçimde bir genişleme, yüreğimde hızlı bir çarpıntı başladı. Bizim yaşadığımızdan çok daha büyük bir avlu göründü gözlerime. Baktım bununda dört yanı bizimki gibi duvarlarla çevrili. Ama bu başka; içinde yaprakları dökülmüş kocaman ağaçlar var.  Topraklar yemyeşil otlarla kaplı. Bu duvarların ardında bundan da büyük avlular vardır dedim. Sonra uzaktan sesi gelen horozların yaşadığı bir yer olacak. Bulacağım orasını…

            İnsanın dünya üzerindeki en gelişmiş canlı olduğu söylenir. Peki, neden her insanın az ya da çok hissettiği şeyler bu tavuğun hissettikleriyle aynı? Çünkü korkuyoruz. Daha büyük, daha iyi, daha huzurlu avlulara uçmaya korkuyoruz. Hatta, daha da kötüsü, bu avluların varlığını kabul etmek bile bize ve bizim o avlulara gitmemizi istemeyenlere çok ürkütücü geliyor. Dolayısıyla, insan olmak övünülecek bir şey değil. Zira, tavuktan bir farkımız kalmamış.
            Cesaretini toplayan ve hikâyenin başkahramanı olan tavuk, ilk kaçma teşebbüsünde bir köpekle burun buruna geldiği anda sahibi tarafından yakalanıyor. Tekrar daracık avluya kapatılıyor. Bakalım sonra neler oluyor.

            Şimdi alacakaranlıkta gözlerimin bir şey görmediği kümesin içinde, köşede büzüşmüş dışarı dünyayı düşünüyorum. Tavuklar “anlatsana ne var ötede?” diye durmadan gıdaklıyorlar. Ben ağaçları, otları, köpeği anlatacağım sıra horoz bağırıyor. “kesin be kancıklar, ne olacak ötede? Görmediniz mi hışırı çıkmış. İşte kaçmanın sonu bu” diyor. Hep susuyorlar. “Pis, kötü yaratık” diyorum içimden, “Geberesi..”

            Gücü elinde bulundurduğu için söz söylemeyi ve başkaları adına karar almayı kanıksamış her insan gibi bu horoz da başka avluların olmadığını kabullenmiş. İçinde bulunduğu durumdan memnun. Çünkü her şey onun lehine o anki koşullarda. Son kez söz cesur tavuğumuzda; bakalım pek çok kişi gibi düzene boyun mu eğecek yoksa onurlu insanlar gibi zulme karşı isyan mı edecek.

            Kaçacağım. Ama köpekler varmış, başka canavarlar varmış, olsun. Bu sefer kanatlarımı açar uçuveririm, hırpalatmam kendimi onlara. Şimdi de bir şeyim yok. Yalnız ensem sancıyor az az. Hele o geçsin, hele kanatlarım az daha uzasın kaçacağım buradan.

            Bir köyde babasız olarak büyümüş, içlerinde yaşadığı insanlardan farklı olduğu için dışlanmış, hor görülmüş, aşağılanmış, duygularını çok yoğun yaşayan ve bir ağa kızını, sevgisini tutkuya vardırırcasına sevmiş bir köy delikanlısın hikâyesi.  Osman’ın hikâyesi.

            Tutku adlı hikâyeden:

            Kalk git buradan kör karının piçi. Gelme buraya. Rezil ettin beni köye. Kala kala sana mı kaldım ben? Yıkıl, git hadi!” ben hep gözlerine bakardım. Kaskatıydılar. Testiyi doldurmuş dönerken durur gene bağırırdı: “Gitmedin mi daha? Ne namıssızmışsın sen be! Bir de seni avlumuza sokardık. Namıssız. Piç işte, ne olacak.” Sağırmışım gibi bakardım ona. Testiyi alıp giderken, bakışlarının katılığında bir şaşmışlık olmaz mıydı? Sonra çocuklar gelirler. Gülüşe bağrışa taş, toprak atarlar, çevremde dönerlerdi. “Osman oscuk, gözü boooncuk!” Çocuklar korkunçtular.

            Osman’ın bu taarruza maruz kalmasının sebebi avluya çıkar da belki görürüm diye tüm gününü, kendine bu sözleri söyleyen ağa kızının evine bakmakla geçirmesiydi.  Yani, şiirde bahsi geçen sebep;

Belki balkona kar seyretmeye çıkar diye sevdiğimiz kızlar
Çok dibimiz donmuştur
Ve çoğu zaman
Bu kar mevzuu
Kızlara yeterince ilginç gelmemiştir.

Anlaşılan o ki ağa kızına da yeterince ilginç gelmemişti mevzuu. Şimdilerdeyse insanlar kendileri gösterecek yer arıyorlar; sosyal paylaşım siteleri. Bu lafları duymayı hak eden Osman mı yoksa kendini göstermeye can atanlar mı? Bilemiyorum. Fakat iyi bildiğim bir şey var; biri seni içten ve karşılık beklemeden sevmişse, onu sevmesen bile, sırtını dönme. Üzülür, kırılır.

            Sıradan bir kırlangıcın hikâyesi, sıradan bir insan gibi.

            Yük adlı hikâyeden:

            Sıcaktı. Öğleye doğru belime ağır bir şey kondu. Göz ucuyla baktım; bir kırlangıçtı. “Hayrola?” dedim. “Hayırlar. Birlikte geçeceğiz karşıya.” “Olur yüzsüzlük değil,” dedim öfkeyle, “şimdiye dek görülmemiş bir şey. Bu yolculuk tek başına yapılır.” “Öyleydi. Her yıl binlerce alık kırlangıç güç bela aşar bu denizi de böyle bir kolaylık kimsenin aklına gelmez. Bunu ilk düşünen benim. Sıcağın etkisiyle olacak, az önce geldi aklıma.”
            Güneş batıya devrilmişti ama sevinemiyordum. Bir daha denedim: “Çok ağırsın. Kıyıya değin taşıyamam seni, birlikte düşeceğiz.” “Bana göre hava hoş; sen düşersen gider bir bakasının sırtına konarım. Bak, sizinkilerden biri daha düştü.” Kurtuluş yoktu… taşıyacaktım bu yükü.

            Aslında ne kadar tanıdık bir hikâye, anlatılanları insanlara uyarladığımızda. Sırtımızda taşıdığımız, sırtımızdan geçinen ve bize köle muamelesi yapan insanlar. Bir avuç insanın refahı için kendisine ait olmayan zorluklara katlanmak mecburiyetinde olan bir dünya dolusu insan ve bu insan sayısıyla adalet duygusu arasında  ters bir orantı var.

            Atılmış adlı hikâyeden:

            İlerde bir kayık vardı. Kayıktaki adam balık avlıyor olmalı diyordum. Kıpırtısız öyle duruyordu. İlkten dönsün diye beklemiştim. Bayılırım balık tavasına. Adam kıyıya çıkınca konuşacaktık. İşsiz olduğumu öğrenince yanına alacaktı beni. Bir cigara yaktım. Arkadan şehrin uğultusu geliyordu.
Altı gün mü yedi gün mü oluyor aylaktım. Yirmi beş lirayı veren adam yere yere bakmıştı. Sormadım. Önemli olan neden atıldığım değildi; atıldığımdı.
Manavın önünde iki kişi vardı. Durdum. Uzandım küfelerin birinden bir elma aldım. “kaça bunun kilosu?” diyecektim. Elimdeki en irisiydi. Kimsenin bana baktığı yoktu. Elmayı cebime attım, yürüdüm. Beş adım sonra arkamdan kısık bir ses “aşırdı” dedi. Döndüm; “kim o aşırdı diyen?” diye bağırdım. Üçü birden dönüp baktılar. Geçe biden çevirdiler başlarını: beni görmemişler gibi, ben orada yokmuşum gibi.
Yandaki kanepede oturan bir adam bana bakıyordu: beni görüyormuş, ben oradaymışım gibi. Tek ayaklıydı bu adam; bir bacağı tahtaydı. Bir cigara yaktım. Umutluydum. Yeni bir işe girecektim. Bu sabah “Yarın uğra” demişti birisi…

Şehir yaşamı: kalabalıklar içindeki yalnızlık, bir başınalık duygusunu hissedebiliyor musunuz okurken? Peki ya umutsuzluk içindeyken, her şey ters giderken bile umutluyum demenin ne zor olduğunu. Umudunuz olmadığı halde umutluyum derken boğazınızda düğümlenen şeyin ne olduğunu merak ettiniz mi hiç? Daha çok görünebilmek adına geldiğimiz şehirlerde gittikçe siliniyoruz; bakıyor ama görmüyorlar, bakıyoruz ama görmüyoruz.


Eylemci adlı hikâyeden:

Emin Tınoğlu ertesi sabah kalktıktan sonra çantasını alıp evden çıktı. Ülkü Derneği yöneticisinin evine gidecekti bugün bombaları almak için. Geçen ay üç bomba vermişler, üçünü de kullanmıştı. Dernekte ilk görüştüklerinde adam şaşırmıştı. “Böyle işleri gençler yapıyor. Yaşlısınız siz.” “Yaşlı olmam daha iyi; kimse kuşkulanmaz. Polisler kimlik bile sormuyor bana.” Sonunda kabul ettirmişti eylemciliğini. Geçen ay kullandığı üç bombadan en etkilisi Devrim Kitabevi’ne attığı olmuştu. Dükkân harap olmuş; kitapçı ile bir alıcı ölmüş, birisi de yaralanmıştı. “Devrim kitabeviymiş! Adından belli değil mi komünist yuvası olduğu? Alışveriş edenler de öyledir. Kökünü kazımalı bunların.” Bu kez de ilk bombayı şu berber dükkânına koyacaktı: İleri Berber Salonu. Gösterecekti ona ileriyi. Son yıllarda ne de çok solcu türemişti ülkede. Bir gün yandaki apartmanın birinci katında oturan şu solcu yazarın da defterini dürecekti. Yalnız yeterince bomba vermiyorlardı. Bir öğrense bunları yapmayı!
            Sokağa vardığında berberin önünde kimseler yoktu; içerde berberle kalfası iki kişiyi tıraş ediyordu, bir adam da oturmuş gazete okuyarak sıra bekliyordu. “Görürsünüz az sonra solcu gazeteleri okumak nasılmış!”
            Öğleden sonra Emin Bey odasında bir süre kitap okuduktan sonra rehberde komşu solcu yazarın numarasını bulup telefonla aradı onu. Telefonu açanın adamın kendisi olduğunu öğrenince:
            -Bana bak yakında soluğunu kesicem senin, dedi.
            -Hadi oradan moruk, senin soluğun kesilmiş belli.
            -Moruk değilim ben, 25 yaşındayım.
            -Öyleyse kafanla sesin moruklaşmış senin.
            -Yakında görürsün sen moruğu.
            -Suçum neymiş benim? Ezilen, sömürülen yoksul halka bir kurtuluş önlemi önermek suç mu?
            -Değil ama senin önlemin komünistlik.
            -Sömürücülere gönüllü uşaklık eden, yüzünü göstermekten korkan yüreksiz faşistler vız gelir bana; elinden geleni ardına kayma, deyip telefonu kapadı adam.
            Ana yola çıkan sokağa sapınca ilerde, köşedeki bankadan patlamalar duydu. Camları kırılmış büyük pencerelerden dışarıya alevler taşıyordu. “Komünistlerin işi bu. İyi ki çalışma saati değil.” Yüreği çarparak hızlandı. Karşıdan, yirmi yaşlarında iki genç koşarak geliyordu. Emin Bey yaklaşan gençlere öfke ile “Durun ulan piçler!” diye bağırıp kollarını açtı, tutmak için. Olay yerinden hızla kaçanlardan birisi farkında bile olmadan ona çarptı. Emin Bey sırt üstü yere düştü, başını kaldırımın kıyısına çarptı. Öylece uzanmış kaldı orada., kıpırdamadan. Az sonra yanında toplanan birkaç kişiden biri: “Ölmüş bu yahu; kanı bile akmamış.” dedi.

            Kendinden farklı düşünenlere karşı beslenen kinin gençlere has bir olumsuzluk olmadığını gösteren bir hikâye. Kendisi de kin besledikleriyle aynı eylemi gerçekleştiren, kendi eylemini meşru, karşıt düşüncenin eylemini vatan hainliği olarak gören zihniyete bir örnek. Adımlar özeleştiri yapılarak atılsa, belki de bu noktada olmazdı dünya.           
           
            Kitabın sonuna gelinceye dek okuduklarımın ve okuduklarımın düşündürdükleri ve çağrıştırdıkları, gerçekler ile gerçekmiş gibi gösterinler arasındaki farkı altını çizdiği için içim biraz burulmuştu. Neyse ki kitabın sonunda yer alan iki tebessüm ettirici ve çocukluk günlerini hatırlatıcı masal durumu biraz toparladı. Son olarak kitaba kulak kesiliyoruz.

            Deve deveyken, sinek sinekken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken, anam beni doğuracaktı. “Sancım tuttu sana, koş ebeyi çağır.” dedi. Fırladım kalktım; babam huysuzluk ediyordu ama kim dinler babamı, doğmak istiyordum ben. Ebenin evine koştum; kapıyı çaldım. “Kim o” dedi bir ses. “Ebanım, bize gidicez, anam beni doğuracak.” dedim. “Ebe evde yok, gökyüzüne gitti çocuk doğurtmaya.” dedi aynı ses. Durulacak zaman mı, koştum eve.
            Sık sık kayboluyordum artık. Belki bu yüzden belki de beşiğini sallarken huysuzluk ettikçe kulaklarını çekmemin öcünü almak için, babam okula verdi beni. Yıllarca sürdü bu. Hiç hoşlanmıyordum; arkadaşlarla itişip kakışmak, öğretmenleri dinlemek yüzünden elimde olmadan büyüyordum. Konuşmam yetmiyormuş gibi düşünmeye de başladım. En kötüsü buydu. Çoğu insanlar gibi düşünmeden konuşsaydım kimse bir şey demeyecekti; ama ben düşündüğümü söylemeye kalktım. Yukarıya bildirildi; başöğretmen beni getirtip ağzıma acı biber sürdü. “Böyle giderse beynine de biber sürülür” dedi…  

11 Nisan 2013 Perşembe

Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan

0 yorum

Oğuz Atay'dan bir biyografik roman. Okumakta çok geç kaldığımı düşündüğüm bir kitap. Hem Oğuz Atay'la hem de Mustafa İnan'la tanışmama vesile olan bir eser! Oğuz Atay'ın üslubuna alışık olmayanlar ilk bir kaç sayfa zorluk yaşayabilir. Ancak alıştıktan sonra dur durak bilmeden okuyacak; Mustafa İnan'ın hayatına, yaşadığı döneme zaman yolculuğu gerçekleştireceksiniz! O dönemleri aslında biliyorsunuz! Ama bu sefer hiç bakmadığınız açılardan bakacaksınız.

Zaman yolculuğu demişken Oğuz Atay, kronolojik bir roman sunmuyor. Kendine özgü zaman çizgisiyle ve kelimeleriyle bilmediğimiz bir kişinin hayatını gösteriyor.  Kimi zaman, keşke bu kısımları biraz daha fazla anlatsaydı demeye hazırlıklı olun!

Oğuz Atay, Mustafa İnan'ın öyküsünü; Mustafa İnan için, onun ölümünden sonra düzenlenen ödül törenine denk gelen bir öğrenci ile öyküyü anlatan profesör üzerinden bize aktarıyor.

Mustafa İnan kimdir? Vikipedi'deki sayfasına burayı tıklayarak ulaşabilirsiniz. Mustafa İnan bir kaç cümleye sığmaz... 1911'de doğup 1967'de vefat etmiştir. İki dünya savaşını gören, Kurtuluş Savaşı'nı yaşayan, damdan düşmesini "aklım yerine oturdu" diye niteleyen inşaat mühendisi dehadır. Yurtdışında ilk doktorayı yapan, Türkiye'de teknik ekol oluşturan, doktorayı Türkiye'ye taşıyan, devamlı öğrenen bir öğrenciydi...

Oğuz Atay'ın ileride çocuklarıma okutacağım kitabıdır! Hatta okullarda ders olarak okutulması gereken bir kitaptır! Bu kitabı okurken sayfalarca not çıkardım.
" 'Ben efsaneleştirmeye pek karşı değilim aslında,' dedi orta yaşlı profesör. 'Yeter ki efsaneleşen kişi buna hak kazansın. Ne yazık ki insanların kalabalık bölümü onları biraz büyütmezsen pek etkilenmiyor. Tek başına elli kişiyi birden kılıçtan geçirdiğini anlatmazsan kahraman olamıyorsun. Üstelik bilim masalları da zararsız. Buna inanan, bilim kahramanlarının efsanelerine özenen, sonunda olsa olsa profesör filan olur, hiç olmazsa insan kasabı olmaz.' " (sayfa 79)
Okudukça kızdım, kızdıkça okudum! Kızdım çünkü ders almadığımız, hep aynı hatalara düştüğümüz şeyleri gördüm.

Kocaeli Üniversitesi Mühendislik Fakültesi'nde kısa çaplı bir anketle şu sonuca ulaştım; öğrenci arkadaşlarımın çok çok azı Mustafa İnan'ı tanımaktadır!

Dört yılımı liseye "harcamış" bir insan olarak hafızamı yokladım. Hiçbir hocam bu bilim adamından bana o zamanlarda da bahsetmedi! İşimiz sadece formülleri ezberlemekti!
"Kozmoğrafya imtihanına giren öğrencilerin kopya çekmek yerine bütün kitabı ezberlemesini isteyenlere söylüyorum." (sayfa 54)
Sanat Tarihi ve Bilim Tarihi dersleri koymak çok zor sanırım... Yakın tarihimizi ve büyüklerimizi tanımaktan o kadar yoksunuz ki... Çağdaşı Cahit Arf'ı ilk defa paralar üzerinde görenlerimiz var. Çağdaşı mimar ve sanatçı Arşi Olcay'ı ise o kadar az tanıyan var ki...  Bu da ince sitemimdir.
" Bazılarına, çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir. Bırakınız bu işleri öyleleri yapsın. Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirasıyla yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir. Bırakınız parayla da onlar uğraşsın. Sizin 'kuvvetli' olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi 'Kuvvet nedir?' diye merak ediyorsanız, buyrun, sizleri Mekanik Kürsüsü'ne beklerim. Çünkü bazılarına göre 'Kuvvet' para ile organizasyonun çarpımına eşittir; bize göre de kuvvet ivme ile kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür. Bu iki formülü birbirine karıştırmayın, kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın olur mu çocuklar? " (sayfa 217)
Alıntılanacak, anlatılacak o kadar çok yer var ki... Mustafa İnan bir şeyleri değiştirmek için para ve organizasyondan ziyade; ivmeyi yani hareketi ve kütleyi yani bilgiyi kullanmıştı!

Hocam, sizinle biraz geç tanıştığım için özrümü kabul edin. Ruhunuz şâd olsun.


Kitap, İletişim Yayınları'ndan 1987'de yapmış olup bendeki 2008 tarihli 29. baskıdır.

Kitap:
İletişim Yayınları Resmi Sitesi
İdefix.com
Kitapyurdu.com

31 Mart 2013 Pazar

Doğu'dan Uzakta

0 yorum

Adam şehrinden, ülkesinden ve sevdiği bağlılık duyduğu arkadaşlarından, üniversite çağında ayrı düşmüş veya düşürülmüş bir kişi. 
"Önce ülken sana karşı belli taahhütleri yerine getirecek. Orada tüm haklara sahip bir yurttaş olarak görüleceksin, baskıya, ayrımcılığa hak etmediğin mahrumiyetlere maruz kalmayacaksın. Ülken ve yöneticileri sana bunları sağlamak zorunda, yoksa sen de onlara hiçbir şey borçlu olmazsın. Ne toprağa bağlılık, ne bayrağa saygı. Başın dik yaşayabildiğin ülkeye her şeyini verirsin, her şeyi, hatta hayatını bile feda edersin; ama başın yerde yaşamak zorunda kaldığın ülkeye hiçbir şey vermezsin. İster doğduğun ülke, ister seni kabul eden ülke söz konusu olsun. Yüce gönüllülük yüce gönüllülüğü, umursamazlık da umursamazlığı ve aşağılama da aşağılamayı doğurur. Özgür varlıkların anayasası böyledir ve ben de başka anayasa tanımıyorum.
Kısacası, kendi isteğimle ya da hemen hemen kendi isteğimle giden ben oldum." (sayfa 62)
Adam gidişini, "doğduğu topraklara" ziyaretinde bu şekilde açıklıyor.

Adam'ın ziyaretinin kaynağı, zamanla araları açılan Murad'ın vefatı... Murad'ın Adam'ı son kez görmek istediği Murad'ın eşi Tania tarafından Adam'a iletilir. Adam ilk uçakla ülkesine dönüş yapar. Özenle kaçındığı anıları kendisine görünmeye başlar. Ülkeye girişini Adam şu sözlerle not düşmüştür:
"Gümrüğü geçiyorum, pasaportumu uzatıyorum, geri alıyorum ve terk edilmiş çocuksu bakışlarımı kalabalığın üzerinde gezdirerek dışarı çıkıyorum. Hiç kimse yok. Kimse bana seslenmiyor, kimse beni beklemiyor. Kimse beni tanımıyor. Hayalet bir arkadaşla buluşmak için geldim buraya ve daha şimdiden kendim bir hayalet oluverdim."(sayfa 20)
Olayların gelişmesiyle her dine mensup arkadaşlarını tekrar ülkede bir araya getirmek fikri şekillenmeye başlamıştır. Bu fikir Tania'dan gelmesine rağmen, Adam zamanla bu fikri iyice benimsemiştir ve tüm arkadaş grubunu bir araya getirmek niyetindedir. Bunun için herkese ulaşmak ister ve arkadaşlarının anıları kaleminden not defterine düşmektedir.

Amin Maalouf bu şaheserinde de kimlik üzerine, göçmenlik üzerine eğilmiş. Şaheser çözümlemeler ve kaçışlarla iyice kendisine çekmektedir! Bu kitap ders kitabı olmalı! Savaşlar toplumdan ziyade kişileri nasıl etkiliyor ve bu savaş kimin savaşı soruları üzerine de cevaplar arıyor! Ancak Amin Maalouf, cevaplardan çok savaşların kişiler üzerindeki etkileri ve sonuçlarıyla ilgili. Not aldığım o kadar çok sayfası var ki!

Kitap Yapı Kredi Yayınları'ndan Kasım 2012'de ilk baskısını yapmış. Çeviri Ali Berktay'a ait.


YKY Resmi Sitesi
KitapYurdu.Com

13 Mart 2013 Çarşamba

Amat

0 yorum

İhsan Oktay Anar'dan bir mükemmel kitap, bir şaheser daha! İhsan Oktay Anar'ın fikir denizinde, ahşaptan bir gemiye yüklü fırtına, kan ve bilinmezlikle; gerçekçi bir masal ile, masalsı gerçekleri anlatıyor! Gerçekle masalın bu raksında varlık ve zaman üzerinde kalem mürekkebini bırakıyor!

Bu kitapla birlikte, İhsan Oktay Anar'ın okumadığım kitabı kalmamış oldu! Amat bir gemi.; kah sisin ortasında kalan, kah düşman gemileriyle karşılaşıyor. Ancak gemidekiler zamanla Amat'ın sıradan bir gemi olmadığının farkına varıyorlar.

Belirtmeden geçemeyeceğim, Amat kelimesinin anlamını kitabın içinde bulabilirsiniz. TDK'nin resmi sitesi sonuç vermeyecektir.

İhsan Oktay Anar'ın kitaplarında varlık üzerine yoğunlaşması malumunuz.

Her kitabında varlığın bir başka boyutu üzerine eğilmiştir:
"Fisagorculara göre zamanın sonsuz olmasının yegâne yolu onun döngüsel olmasıydı. Risâlede bu bahsi izah etmek için şöyle bir örnek verilmişti: Söz gelimi Amr, belli bir tarihte doğup zamanla büyüdüğü vakit Zeyd ile arkadaş olduktan sonra, arkadaşına ihanet ederek onun tarafından öldürüldüğünde, zaman döngüsel olduğu için tekrar doğacak, yine Zeyd ile karşılaşacak yine ona ihanet edecek ve yine öldürülüp yine doğacaktı. Bu döngü sonsuza kadar sürecekti. İşte, zaman döngüsel olduğu için sadece geçmişi değil, geleceği hatırlamak da mümkündü. Kısacası hatırlama ile kehanet aynı şeydi. Öte yandan, filozof Aristâtalis gözler nasıl ki ışığı ve kulaklar da sesi algılıyorsa, hafızanın da zamanı algıladığını ileri sürmüştü. Müridinin yazdıklarına bakılırsa, İbni Parmen de hafızanın, tıpkı göz ve kulak gibi bir duyu organı olduğunu söyler görünüyordu. Bununla birlikte hafıza geçmişi ve geleceği algılamaktaydı. Ancak bu filozof, geçmişin ve geleceğin olmadığını söyleyerek Fisagorculardan ayrılıyordu. Mesela, 'Bir dedem var idi,' dendiğinde bundan, dedenin artık var olmadığı, 'Bir oğlum olacak,' dendiğinde ise oğlun henüz var olmadığı sonucu çıkıyordu. Öyleyse var olduğu söylenen herhangi bir şey geçmişte ve gelecekte olamazdı. 'Her ne kadar uzakta olsalar da zihinde şimdi bulunan şeylere bir bak' diyen İbni Parmen'e göre, 'şimdi çocuk olduğunu' ve 'şimdi ihtiyar olduğunu' hatırlayan, dolayısıyla 'algılayan' biri yanılmaktaydı. O, aynı zamanda hem çocuk hem de ihtiyar olamazdı. Ne çocuk ne de ihtiyar olan biri de, ezelî ve ebedî bir 'şimdi' içinde yaşıyor demekti. İşte bu yüzden o kişinin ölümsüz olduğunu kabul etmemiz gerekiyordu." (Sayfa 117)
 Amat eserinde, İhsan Oktay Anar mitolojiye olan hakimiyetini bir kere daha göstermiştir!

Bu kitabı üzerien anlatılabilecek, konuşalabilecek o kadar çok şey var ki! Ancak ben bunları bir şişenin içine koyup denize bırakmak taraftarıyım. Çünkü söyleyeceklerimin hepsi İhsan Oktay Anar'ın denizinde çoktan ortaya çıkmıştır!

Kitabın sonlarını nefessiz okudum. Amat'a ne oldu? İhsan Oktay Anar, kıvrak sonlarına bir yenisini daha eklemiş! İhsan Oktay Anar kitaplarıyla ilgili şimdiki hedefim, tüm kitaplarını inceleyerek okumak. Zira kendisine ait hangi fikir tohumunu nereye gömdüğünü bulmam lazım!

Bendeki nüsha Kocaeli Üniversitesi Merkez Kütüphanesi'ne ait olup, İletişim Yayınları'ndan 2010 tarihli sekizinci baskısı. Kitabın ilk baskısı 2005 yılındadır.



İletişim Yayınları Resmi Sayfası
Kitapyurdu.com

6 Mart 2013 Çarşamba

Kitab-ül Hiyel

0 yorum
İhsan Oktay Anar'ın bir başka mükemmel eseri! İhsan Oktay Anar bizi bu kitabında pastel renkli dünyasında mucitlerin hayatlarına bir yolculuğa davet ediyor! Kendi çizimleriyle de bezmiş olduğu bu şaheseri dişli çarklar arasında budasyom patlamaları vaat ediyor!

Yâfes Çelebi'nin hiyel(mekanik) merakıyla başlıyan bir serüven! Yâfes Çelebi'den sonra, onun uyguladığı kuvvetle çalışmaya başlayan çark, aynı evde iki kuşak daha döndürüyor. Yâfes Çelebi mekaniğe yatkın ve de meraklı bir kişi. Demirci çıraklığıyla başlayan ticaret hayatında ilk icadı bir makas-kılıç oluyor! Bu icadı onun demirciler çarşısından atılmasına sebep oluyor! Yâfes Çelebi'nin ustasının konuyla ilgili sözleri:
"Diğerleri senin yeteneğini görüp korktular. Çünkü gediğin elinden alınmasaydı onların bu ticareti yürütmeleri zor olacaktı. Yaptığın kılınç, onların bütün müşterilerini ellerinden alır, üstelik bunun arkası da gelir. Ama ben bambaşka bir sebepten ötürü onların kararına katılıyorum: Ustaların kılınç yapmak için saatlerce ve günlerce dövdükleri demir neden serttir, bilir misin? O, insan oğluna hemen boyun eğmez, çünkü onların, kendisiyle işleyecekleri suçları bilir. Bu yüzden de ortak olacağı günahların bedelini ateşte dövülürken peşinen öder. Zalimlerin kolları kendi erişilmez isteklerine göre çok kısadır. Tutkularının büyüklüğü onları böylece sakat kıldığından, bizim kılınç dediğimiz koltuk değneğini kullanırlar. İcad ettiğin silah işte onların tutkularını büyütecek ve zulümlerini arttıracak. Sen onların kollarını uzattın. Oysa kılınçlar yeterince uzun değil miydi?" (Sayfa 14)
Yâsef Çelebi'nin makas kılıncı.

Yâsef Çelebi'nin ustası Zekeriya Efendi işte böyle öğütlüyor. Ancak buna rağmen Yâsef Çelebi'nin mekanik aşkı dinmiyor. Aksine körükleniyor. Çizimlere döktüğü icatlar İmparatorluk Hiyel Nazırı Uzun İhsan Efendi tarafından kabul görmüyor. Sonunda doğrudan padişahın huzuruna çıkartmak adına "tahtelbahir"i icat ediyor! Lakin bu onun hayatını değiştirecek bir karardır.

Yâsef Çelebi'den sonra hiyel ilmini, onun azat ettiği eski kölesi "kara" namlı Calûd devam ettiriyor. Calûd'un iktidara olan meraki belki de doğuştandır ki daha köle pazarında kendini gösteriyormiştir. Calûd efendisinden sonra tüm dünyayı ele geçirmek planları peşinde koşmaya başlamıştır ki bu da onun kendi sonunu hazırlayışına delalettir. Calûd bir zaman sonra yardımcı arayışına girer. Son yardımcısı, yetim olan Üzeyir Bey'dir ki çocukluktan ergenliğe kadar hiyel ilmini Kara Calûd'dan öğrenmiştir. Ayrıca Kara Calûd o kadar çok eziyet etmiştir ki, Üzeyir kendi benliğini unutup Calûd'un aşıladığı benliği yaşamaya başlamıştır.

Uzun İhsan Efendi'den:
"Önce bir yıldız gördüğünü sandı. Oysa bu sadece bir noktaydı. Böylece kör olmadığını ve her şeyi gördüğünü anladı. Çünkü gördüğü noktanın olmaması, bütün gözlerin kör olması demekti." (Sayfa 148)
Nokta üzerine:
"Arapçada noktasız ha ile yazılan tahayyül, becerikli olmak, maharet göstermek, hiyle yapmak, hiyel ilmiyle uğraşmak, hiylekâr ve hiyelkâr olmak gibi anlamlara geliyordu. Noktalı hı ile yazılan tahayyül ise hayal etmek, imgelemek anlamına geliyordu." (Sayfa 149)
İhsan Oktay Anar yine mükemmel bir şaheser ortaya koymuş!

Kitabın İletişim Yayınları'ndan 2011 yılındaki 22. baskını Kocaeli Üniversitesi Kütüphanesi'ndeki kopyasını okudum.


İletişim Yayınları Resmi Sayfası
KitapYurdu.Com

Beyaz Zambaklar Ülkesinde

0 yorum

Muhteşem bir eser! Mutlaka okunması ve okutulması gereken kitaplardan. Kapağında da belirtmişler; Mustafa Kemal'in Türk milletinden okumasını istediği kitap diye!

Okuyun!

Grigory Petrov kalkınan bir ülkenin mükemmel bir tablosunu çizip bizlere aktarmış. Dili sade ve gayet rahat anlaşılır. Bir halkın yeniden yükselişi için gerekli olan ve en temel uygulamaları anlatmış. Fin düşünür ve önderlerinden Snelman anılarıyla bezeli!

Grigory Petrov, bu kitabıyla yeni bir bakış açısı kazandırıyor! Üstelik Mustafa Kemal Atatürk'ün yaptıklarıyla karşılaştırmalı olarak okursanız bambaşka bir bakışa daha sahip oluyorsunuz. 

"Kurtçuklar gibi önemsiz ve kişisel dertlerinizin çamurları içinde kıvranmayın. Bunun yerine devletin temellerinin yenileştirilmesini ve ulusun bundan sonra alacağı eğitimin biçimlerini düşünün! Tarih bazı ulusların, bazı devletlerin acıklı sonuçlarını yazdığı gibi, diğer bazı devletlerin ve ulusların gelişme ve ilerlemelerini yazmak için de parlak sayfalar açmaktadır."(sayfa 15)
"Tarih, halk kitlelerinin bir hayvan sürüsü veya çalışkan bir karınca yuvası konumundan çıkarılarak, akla uygun ve mutlu bir hayat yaratan milyonlarca sanatçıya çevirmenin çarelerini, devlet hayatının nasıl güçlendirileceğini, halk kitlelerinin nasıl eğitileceğini gösteren bir bilimdir."(sayfa 16)
 Grigory Petrov Snelman'dan aktarıyor:
"Finlandiya, her zaman Rusya ve İsveç tarafından işgal edilme tehlikesi karşısındadır. Güçlü ve açgözlü komşularına karşı durabilmesi için kültür bakımından onlardan yüksek olması gerekir." (sayfa 35)
Grigory Petrov kitabında; Türkler tarafından da sevilen futbol için ayrı bir bölüm açmıştır.

Kitap hakkında bir kitap daha yazılabilir! Basit anlatımlı o kadar çok bilgi var ki içinde! Bazı kütüphaneler bu kitabı dünya klasiği olarak kabul etmektedir ki etmemek de el değil gibi görünüyor!

Kendime notlardan birisi de şudur ki; düşünmeyi bırakıp diğer fikirleri dinlemeyi de unutmuşuz! Dinlemeyip, fikirlerimizi salt savunma içine girmişiz!

Bendeki kitap, Tutku Yayınevi'nden, A. Göke Bozkurt çevirisiyle Ocak 2013 baskılıdır.



Tutku Yayınevi
KitapYurdu.Com

24 Şubat 2013 Pazar

Kudret Delisi

0 yorum

Irving Wallece şaheseri. Elimindeki kitabın en büyük özelliklerinden birisi 1983 baskısı olması! E Yayınları tarafından Leyla Tavşanoğlu'nun çevirisiyle basılmış. Baskısından tam 30 yıl sonra elime geçmiş bir kitap. Kimbilir en son ne zaman açılmıştı kapağı... Böyle kitapları elime aldığımda tarif edemediğim bir mutluluk kaplar içimi. Yılların tozu, görmüş geçirmişliği ellerimde gibi hissederim. Sayfaları çevirmeye başlayınca tozları etrafta uçuşur. Yapraklarının kokusu da ayrı güzeldir zaten.

Kitabı okurken, kaç zamandır aklımda olan bir soruya cevap buldum. "Terör" kelimesi yerine eskilerimiz ne diyordu? "Tedhiş" kelimesini kullanıyorlarmış. Türk Dil Kurumu bunu "yıldırmak" anlamında olduğunu söylüyor.

Olaylar cep telefonunun olmadığı, internetin olmadığı zamanlarda gazetecilik üzerine gelişiyor. O dönemin gazeteciliğini de işlemiş. Zorlukların bol olmasına rağmen daha eğlenceli daha zevkli bir iş olduğu da aşikar. Gazeteler haberleri için muhabirlere daha fazla ihtiyaç duydukları da gün gibi ortada. Günümüzde haberleşmenin temelini internet ve uydular oluşturuyor. O zamanlarda iletişim bu kadar kolay değilmiş. Kitapta bir tamlama çok hoşuma gitti: "Bilgisayar çağı". Kitabın akışına kendimi o kadar kaptırmışım ki sayfasını not etmeyi unutmuşum. Sanırım gazetenin yazı işleri müdürü kullanıyordu bu tamlamayı.

Edward Armstead'e, babasının vefatından sonra New York'un ikinci büyük gazetesi -The New York Recorder- şartlı miras kalır. Bu şart New York Recorder'ın traji, ilk bir yıl içinde bir kere olmak üzere New York Times'ın trajını geçmek zorundadır. Aksi taktirde gazete NewYork Times'a satılacaktır. Edward babasının gölgesinde kalmış, 50'lili yaşlarında olmasına rağmen hala babasının etkisinden kurtulamamış bir adam. Bu şart karşısında çıldırmıştır. Eli kolu bağlı bunu nasıl başaracağını düşünürken, eski ahbabı Hugh Weston'dan taziye telefonu alır ve kızının Victoria Weston'a gazetesinde yer olup olmadığını sorar.

Victoria Weston gazetede ilk iş olarak idam cezası Sam Yinger'ın son dakikalarını nasıl geçirdiğini öğrenmek üzere aynı idam hücresinde kalıp son anda cezadan yırtan Gus Pagano ile ropörtaj yapar. Gus Pagano yayımlanmamak kaydıyla hücrenin altındaki, özgürlüğe açılan gizli geçitten söz eder. Victoria bunu patronuna bildirdiğinde olaylar gelişmeye başlar.

Edward Armstead artık haber kovalamak değil haber yaratmak peşindedir. Sam Yinger'ın kaçışını ilk haber -Mark Bradsawh imzasıyla- veren gazete olarak New York Recorder'ın trajını New York Times'ınkinin üzerine taşımıştır.  Bunun üzerine haber yaratmak fikrine iyice ısınmıştır. Sam Yinger olayından sonra İspanya Kralı kaçırılır. Habere Mark Bradshaw imzasını atar. BM Genel Sekreteri kaçırılır. İsrail Başbakanı öldürülür. Bu tedhiş eyleminden sonra da atlatma haberler vererek basın dünyasının merkezine yerleşmiştir. Bir sorun vardır; Vicky Weston ve onun çalışma arkadaşı Nick Ramsey olayların patlak verdiği yerlerde olmalarına rağmen hiç tanımadıkları çalışma arkadaşları Mark onlardan önce haberi gazeteye geçmektedir.

"Ölüm onu bekliyordu. Gözleri yaşlarla doldu. Yaşama isteği öylesine güçlüydü ki... Bu şaşırtıcı dünyada görmesi gereken o kadar çok yer, bilmediği o kadar garip ama tatlı insan, hiç görmediği o kadar güzel kadın vardı ki" (sayfa 356)

Victoria, eskilerden hatırladığı Aldous Huxley'nin Mona Lisa'nın Gülüşü adlı öyküsünden alıntılama yapıyor.

New York'tan Paris'e, Cenevre'ye, İstanbul'a, Tokyo'ya kadar uzanan bir kovalamaca bir haber tutkusu üzerine bir şaheser.

Kitabın kapağından da söz etmeden geçemeyeceğim. Artık günümüzde ileri teknoloji olmasına rağmen bu kadar güzel kapak meydana çıkmıyor. Tabi müthiş kapaklı kitaplarımızın da hakkını yememek lazım.

Kitap, 1983 yılında, E Yayınları tarafından, Leyla Tavşanoğlu çevirisiyle, Reha Yalnızcık kapağıyla basılmıştır.

Arka kapağı okuyamayanlar için:
"Dünyada en çok okunan beş yazardan biri olan Irving Wallace, bütün dünyada yirmi yılda 156 milyon kitap sattıran yeteneğini Kudret Delisi'yle bir kez daha kanıtlıyor...
Edward Armstead, babasının ölümüyle, bir milyar doların yanısıra, muazzam bir basın imparatorluğunun ve New York'un en çok satan ikinci gazetesinin mirasçısı olmuştur. Fakat bir tutkusu vardır: Babasının ününü, kudretini aşmak...
Babasının genç metresine sahip olmak Edward'a yeterli gelmez, basın imparatorluğunun kalbi olan gazeteyi de bütün rakiplerinin üzerine çıkarmak zorundadır...
Bunun içinse haberleri kovalamak değil, hiç yoktan yaratmak gerekeceğini kısa zamanda anlar... Günün birinde İspanya Kralı kaçırılır, İsrail Başbakanı öldürülür, Papa'ya suikast girişiminde bulunulur...
Bütün bu olaylar Edward'ın gazetesinde atlatma haber olarak birinci sayfada manşettir... Edward bir gazetecilik dehasıdır sanki...
Ancak sıra o güne kadar yaratılan haberlerin en müthişine geldiğinde, patronunun tutkularının aleti olan bir kadın muhabir bütün bu olağanüstü haberlerin kökenini araştırmaya başlar... "

Böyle kitaplar elime geçtikçe sahaf olasım geliyor!

Kitabın baskısı bulunmadığı için sahaflara bakınız.
Gittigidiyor.Com'da da ikinci elleri bulunmaktadır: http://www.gittigidiyor.com/arama/?k=kudret+delisi

17 Şubat 2013 Pazar

Behzat Ç. Son Hafriyat

0 yorum

Behzat Ç.nin ikinci kitabı. Emrah Serbes'in sinemaya uyarlanan eseri. Kısaca öyküsü, kendisine Red Kit diyen bir kişiden Harun'a telefon gelir. Köpek gömdüğünü söyler. Harun telefon sapığı diye adamı tersler. Bir kaç gün sonra aynı kişiden bir telefon daha gelir, bir kişiyi daha gömdüğünü söyler. İşler karışır. Behzat Ç. kızının ölümünden sonra konuşmamaktadır. Silahlı çatışmada bir genci vuran adamı vurur. Bunun soruşturması devam ederken, Red Kit'le de uğraşırlar. İşler Emrah Serbes üslubuyla çözülmeye başlar.

 Emrah Serbes bu kitabında, üslubunda bir kaç küçük oynama yapmış. Büyük değişiklikler değil. Bir kaç paragrafta kendini gösteriyor. Şule'nin varlığı Behzat Ç.yi mutlu eder.

Sinema uyarlaması, Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm, adıyladır.

Kendini Ahmet Sanan Süleyman'dan bahsetmeden geçemeyeceğim. Kendi halinde bir deli. Kitapta da ara ara karşımıza çıkıyor. Başına gelenlerse...

Emrah Serbes'in bu kitabı da okunması gereken kitaplar arasındadır. Ayrıca şunu alıntılamadan da geçemeyeceğim. Harun ile müfettiş arasında geçen konuşma :

" 'Komiser Sabri Özay da olay yerinde miydi o sırada?'
'O kim?'
'Yıllardır beraber çalıştığınız arkadaşınızı tanımıyor musunuz?
'Anlamadım bizim Hayalet'i mi diyorsunuz?'
'Evet. Hayalet lakabıyla biliniyor galiba.'
'Onun adı Sabri miymiş? Ben Sami zannediyordum.' " (sayfa 37)

Kitap, İletişim Yayınları'ndan ilk baskısını 2008 yılında yapmıştır.

İletişim Yayınları Resmi Sitesi
KitapYurdu.Com

14 Şubat 2013 Perşembe

Behzat Ç. Her Temas İz Bırakır

0 yorum

Emrah Serbes'in kitabı. Uzun zamandır okumak istediğim bir kitaptı. Sonunda fırsat buldum. Malum dizi uyarlaması olan bir kitap ve neyle karşılaşacağım konusunda meraklıydım. Emrah Serbes'in üslubunu bilsem de dizisi olan bir kitap... Okurken, ister istemez, dizisiyle bolca karşılaştırdım. Dikkatimi çekense dizinin mükemmel bir kitap uyarlaması olduğudur. Çok eser uyarlamalarda heba olup gitti... Ancak Behzat Ç, kağıttan çıkıp ekranlarda can bulmuş.

Diziyi bir kenara bırakıp kitaba dönelim. Kitapta Betül'ün şüpheli ölümü ana öykü. İntihar anonsuyla Betül'ün olayını ele alıyor Behzat Ç. ve ekibi. Olayları inceledikçe bunun bir intihar değil, cinayet olabileceği şüphesi baş gösteriyor. İşin derinlerine indikçe diğer şubelerle Behzat Ç. kafa kafa geliyor... Küçük cinayet olayları da bu arada ele alanıyor. Emrah Serbes'in o sakin ve net üslubuyla kitap kendine daha da çok bağlıyor.

Diziye tekrar dönmemek olmaz. Zira kitabı okurken çoğu kez karakterler dizideki gibi gözümün önüne geldi. Behzat Ç. için önce diziyi izleyip sonra kitabını okuyanlardan oldum. Bu sebeple acaba başka şekilde olabilir miydi karakterler diye düşündüm. Üzerinde oynama yapabildiğim sadece Akbaba oldu. Oyuncuların da mükemmel performanslarıyla bir kitabın uyarlaması, kitabını alt edecek kadar iyi olabileceğini anladım.

Çok fazla söze gerek yok. Ben gidip bir bölüm Behzat Ç. izleyeyim. Tabi öncesinde Son Hafriyat -Behzat Ç.nin ikinci kitabı.- var.

Kitap İletişim Yayınları'ndan 2006'da ilk baskısını yapmış.

İletişim Yayınları Resmi Sitesi
KitapYurdu.Com

13 Şubat 2013 Çarşamba

Klon

0 yorum
Kevin Guilfoile kitabı. İşin aslı tanıtımlarındaki kadar harika bir kitap değil. Elbette her kitabın tanıtımı biraz abartılı olması anlaşılır. Ama sanki bu kitapta aşırıya kaçılmış. Öncelikle zaman örgüsünden bahsetmek istiyorum. 17 yıla yayılan bir olay anlatılıyor. Zaman zaman kopukluklar olabildiği gibi çoğu zaman bu 17 senelik zaman zarfı kendini hiç hissettirmiyor. Sadece başlıkta kaldığı bile oluyor. Yazar belki bilerek böyle üslup seçmiştir diye düşünmedim değil. Zamandan çok varlık felsefesi ile gerçeklik üzerinde durmuş. Ancak insanların düşüncelerinin zamanla değişebileceğini göz ardı etmiş gibi.

İkinci olarak söyleyeceğim kısımsa çeviri sıkıntıları. Özellikle, anlatım bozuklukları yüzünden aynı cümleyi bir kaç defa okumak sıkıntısıyla karşılaşmamak kaçınılmaz.

Gelelim öyküye:

 Davis Moore, bir genetik alanında uzmanlaşmış bir doktor. Çocuk sahibi olmakta zorlanan aileler için bağışçıların DNA'larını kopyalayarak ailelerin çocuk sahibi olmasını sağlıyor. Klon karşıtları tarafından baskı altında olmalarına rağmen savlarından vazgeçmiyorlar, işlerini yürütüyorlar. Davis Moore'un kızı Anna Katherine Moore'un öldürülmesiyle Dr. Davis Moore'un hayatı değişiyor. Soruşturma sonrasında kızından kalan eşyaları teslim alan Davis Moore'un eşyaların içinde unutulmuş bir kanıt buluyor ve kanıttan DNA örneği çıkartıyor. Sıradaki ailenin çocuğunun bağışçısının DNA'sını bu DNA ile değiştiriyor. Böylece kanıtların içinden çıkan DNA'nın kime ait olduğunu bulmak peşine düşüyor. Kitabın arka kapağında yönlendirme amaçlı katilin DNA'sı yazsa da kitabı okudukça katilin tahmin edilebilirliği çok yükseliyor. Kitabı bitirmeden katilin kim olduğunu rahatça anlaşılıyor. Yazar karışık bir olay örgüsü kurmak için çalışmış. Kitapta bir çok olay başlıyor ve bitiyor. Bu sonucu elbette etkilemiyor. Sanırım yazar, varlık felsefini başka açılardan  incelemeye çalışmış. Kitapta ayrıntıya boğulduğunuzu hissetmemek elde değil. Bu hissiyat kitabı rafa kaldırmanıza bile sebep olabilir. Zira kitaba başladığını şevki kitap sonunda bulamıyorsunuz. Kitabı bana öneren ve okumam için kendi kitabını ödünç veren arkadaşım, kitaptan sıkılıp okumadığını ben kitabı bitirince itiraf etti. Ön kapakta New York Times'ın yazızına kanmamalı.

Cinayet kitaplarının özelliğidir yazarın yönlendirmek isteği. Ancak bunu bolca hissetmek kitabın kurgusundan şüphe ettiriyor.

Ayrıca klon karşıtı grupların terörist hareketleri polis tarafından bilinirken Anna'nın cinayetinde konu bu taraftan hiç ele alınmadı. Zira Davis Moore'e da cinayet öncesinde silahlı saldırıya maruz kalmıştı. Belki de polis bu açıdan da incelemiştir de ben olay yığını içinde unutmuşumdur...

Kitabın sonuna gelirken "artık bitsin" diye düşünmeden edemedim. "Hangi kelimelerle ve hangi olayla kitabı sonlandırdı acaba" düşüncesi de diğer bir düşüncemdi.

Kanıttan klonlanan çocuk büyüyor ve Davis Moore'u buluyor.

Gölge Evren oyunundan da bahsetmek gerekir. Gölge Evren, insanların, gerçekle birebir kopyalanmış yerlerin haritalarında oynadığı bir oyun. GTA serisinin büyük hali... Bu oyunda, gerçekte ne yapıyorlarsa oyunda da aynılarını yapan insanalar var. Gerçeğin Ta Kendisi oyuncuları diyorlar. Yazar böylelikle sanal benlik, gerçek benlik üzerinde de duruyor.

Kitap, boğucu olmakla beraber zaman zaman sürükleyici de olabiliyor. Ancak bu türdeşlerinin karşısında çok zayıf olduğunu değiştirmez.

Kitap Koridor Yayıncılık'tan, Yasemin Özden KANCA çevirisiyle 2011'de ilk baskısını yapmıştır.


Koridor Yayıncılık resmi sitesi
KitapYurdu.com

16 Aralık 2012 Pazar

Erken Kaybedenler

0 yorum

Emrah Serbes eseri. Çeşitli yaşlardaki erkek çocuklarının hikayesi. Çok tanıdık, çok bilindik sahneler var içinde. Çoğu öyle aslında. Türkiye gerçekliğinin sokaklardaki, çocuklardaki, erkeklerdeki yansıması. Bir parça dağılmış, bir parça yol arayışı. Bu kitap belki bir erkek için daha anlamlı olacaktır. Gördüklerimiz, yaşadıklarımız bir parça da aynı. Emrah Serbes bunu yakalayabilmiş bir insan.

Kitaptaki hikayeler:
"1. Anneannemin Son Ölümü.
2. Zannettiğin Gibi Değil
3. Korhan Ağbi'nin Kardeşi
4. Denizin Çağrısı
5. Cahide
6. Üst Kattaki Terörist
7. Alçakgönüllü Arzular
8. Kimi Sevsem Çıkmazı"
Büyüklerin davranışlarının çocuklar üzerindeki etkilerini bu kadar net görüp bu kadar sade anlatması Emrah Serbes'i bir adım daha öteye taşımıştır. Büyüklerin davranışlarının farkındasızlığı ise daha ne kadar yalın anlatılabilirdi? Emrah Serbes bunları bir araya getirip seni, beni; kendisini yazmış. Bizi yazmış.

Anneannemin Son Ölümü hikayesinden:
"Çünkü büyüdükçe arzularım küçüldü,şaşkınlıklarım küçüldü, beklentilerim küçüldü. Büyüdükçe öyle bir küçüldüm ki içimde taşacak bir şey kalmadı. Büyümenin bir bedeli varsa işte bu, yarım metre uzadım, yirmi kilo aldım ve dünyadan vazgeçtim.(Sayfa 13)

Rastgele bir numara çevirdim, genç bir kız açtı.
'Pardon devlet memuru musunuz?'
'Sapık mısın?'
'Hayır.Memur musunuz?'
'Değilim.'
'Güzel, ben sapık değilim, siz de memur değilsiniz. Peki o zaman bu şehrin en işlek caddesi hangisi acaba? Herkesin bir gün mutlaka geçeceği cadde.'
'Ne bileyin, İstiklal Caddesi herhalde. Sen kimsin?'
'Bu hayatta rastgele çevirdiği telefon numaralarında karşısına çıkan seslerden başka kimsesi kalmamış biriyim.' (Sayfa 16-17)
Gözlerimi kapadım, Yasemin karşımdaydı. Sevgi budur, gözlerini kapadığında oradadır ve bir milyon sene sonra bir milyon insan arasında da görsen, ha işte o dersin.(Sayfa 17-18)"
 Kimi Sevsem Çıkmazı öyküsünden:
" 'Apartmanın girişindeki lambayı sen mi kırdın Bülent?'
'Hangisini?'
'Otomatik yanan, sensorlu lamba.'
'Hayır.'
'Komşu görmüş, yalan söyleme. Süpürge sapıyla kırmışsın dün gece.'
Önüme baktım.
'Neden kırdın?'
Cevap yok.
'Hasta mısın evladım? Söyle bana, neyin var, neden kırdın lambayı, yapma böyle...'
'Kırdımsa kırdım, ne olacak! Çok mu değerliymiş?'
'Lamba senden değerli mi evladım, lambanın amına koyayım, lamba kim? Yöneticiye de dedim. Lambanızı sikeyim, kaç paraysa veririz. Sen değerlisin benim için.'
'Beni görünce yanmıyordu baba.'
'Nasıl ya?'
'Görmezden geliyordu, yanmıyordu. Kaç sefer yok saydı beni.'
'E beni görünce de yanmıyordu bazen, böyle el sallayacaksın havaya doğru, o zaman yanıyor.'
'Hadi ya! Sahiden mi?'
'Evet. Ucuzundan takmışlar. Bizimle bir alakası yok.'
Babama sarıldım, yıllar sonra. (Sayfa 141)
Serbes'in her hikayesinde o kadar çok alıntılanacak yer var ki hangisini alıntılasam bilemedim. Her hikaye ayrı ayrı konuşulması anlatılması gerekenleri barındırıyor. Bu konuşmalar bira eşliğinde olmalı. Adabı böyledir.

Okunası, saklanası, bir eser.

İletişim Yayınları Resmi Sitesi
KitapYurdu.Com

Minela Su

0 yorum

Bloga başlarken aklımda hiç yoktu: Bir gün arkadaşlarımın kitapları çıkacak ve ben o kitapları buraya yazacağım. Dün (15.12.2012) imza günü vardı. Gittik, imzamızı aldık. Gelelim kitaba.

Minel Altıner'in ilk şiir kitabı. 54 şiir var. Biliyorum, yazar için bu şiirlerin her birinin ayrı bir anlamı var. Şiir üzerine konuşmaktan ziyade şiiri kendi haline bırakırım. Anlamı birazcık da oradadır. O yüzden fazla konuşmayacağım.
"ne karanlığın davetini kabul etti
ne de aydınlığın
gelemem dedi
bekler beni kaldırımdaki gölgelerim"
Eserin ilk basımı Eylül 2012'de Aydili Sanat Yayınları'ndan yapılmıştır.

Aydili Sanat

Beyoğlu Rapsodisi

0 yorum

Ahmet Ümit eseri. Birbiriyle ilgisi olmayan cinayetler ve üç arkadaşın bu cinayetlere ışık tutma hevesiyle giriştikleri dedektifçilik oyunu sonunda hiç beklenmedik bir kişinin katil çıkması güzel bir serüven yaşatıyor.

Selim, Kenan ve Nihat, Galatasaray Lisesi öğrenciliklerinden bu yana arkadaşlıklarını sürdürmüşlerdir. Kenan aralarındaki uçarı tiptir. Nihat uysal olan ve arkadaşlarının her zaman yanında olan ve Selim en mantıklıları olan üç kişilik arkadaş grupları yıllara meydan okumuştur. Kenan'ın uçak kazası geçirmesi sonrasında ölümsüzlük arayışı ve bu amacı için, cinayet mahallerinin canlandırılarak fotoğraf sanatını kullanmasıyla beklenmedik olaylar bu üç arkadaşı içine çekmektedir.

Katil kim? Genel soru bu olsa da ilk bölüm sonunda katili buldum. Ancak işin eğlencesini kaçırmamak için daha fazla açmayacağım konuyu. Kitap sizi sonuna kadar çekecektir. Alttaki alıntıyı okumadan önce belirteyim: alıntı katilin kimliğini verecektir! O yüzden katili öğrenmek istemiyorsanız alıntıyı okumayın. Alıntılama sebebim eserin o kısmına katı

"Polisiye romanlarda yazar en büyük otoritedir. Okurla sürekli oyun oynar. Bu romanda otorite ben değilim." (sayfa 406)
Bütün roman boyunca kafama en çok takılan buydu. Katılmama sebebimse otorite yine otoriteliğini kullanmıştır. Bunun da bir kaç örneği mevcut. Bölümler arası geçişlerde kalan karanlık bölge otoritenin otoritesini kullanışına basit bir örnek.

Ahmet Ümit, Beyoğlu tarihiyle harmanlanmış, basit ve yanlış karar almanın sonuçlarıyla bezeli bir eser üretmiş.

Kitap Everest Yayınları'ndan 2003'te ilk baskısını yapmıştır. Elimdeki kitabı Temmuz 2010 tarihli baskısıdır.


Everest Yayınları
KitapYurdu.Com

1 Aralık 2012 Cumartesi

Yedinci Gün

0 yorum
İhsan Oktay Anar'ın son kitabı! Merakla bekleniyordu. Neyseki çıkışıyla edindim bir tane. Yedinci Gün'de olayların akışı biraz daha hızlı ve biraz daha gizli saklı. Bu da kimi zaman takibi zorlaştıryor. Ancak Anar'ın üslubu yine harika!

Eser biraz bilimkurgu biraz fantastik. Bunların İstanbul'da geçmesi de ayrıca güzel. O zamanların sokaklarında dolaştırıyor! Yedinci Gün bir aşk hikayesi aslında. Sevdiğinin peşinden koşan bir adam: İhsan Sait. Sevdiği kadına ulaşmak için zeplin yaptırır. Hayatını anlamlı kılan da bu aşktır. Öncesinde kendine uğraşlar bulan, hayatını öyle ya da böyle idame ettiren bir Moğol. Bir hayalet Döjira'nın resmini getiriyor. Sonra da Döjira'dan bir mektup. Böylelikle İhsan Sait'in hayatı değişiyor. Hayaleti fotoğraflamayı da başarıyor! İş budur ki hayalet aynı kendisi! Hayaletin yüzünde İhsan Sait'ten farklı olarak derin bir yara izi var.

İhsan Sait böylelikle gelecekten gelen Döjira'nın mektubuyle ve fotoğrafıyla, ona kavuşma hayalleri içinde zeplinin bitmesini için uğraşır. Ancak Ali İhsan'la karşılaşır ve Ali İhsan, İhsan Sait'in oğlu olduğunu iddia eder.

Kitabın sonu yine her zamanki gibi güzel! Kitaba başladıktan sonra size bir tavsiye: 20-34223 seri no'lu paranın adının geçtiği sayfaları işaretleyin.

İhsan Oktay Anar Yedinci Gün'le yine harikalar yaratmış ve defalarca okunabilecek bir eser sunmuş.Kitap İletişim Yayınları'ndan 2012 yılında basıldı.




KitapYurdu.Com
İletişim Yayınları Resmi Sitesi

19 Kasım 2012 Pazartesi

Kaosun Sırları

0 yorum
Maxime Chattam eseridir. Chattam'a has özellikler bu kitabında da mevcut. Bu kitabın benim için bir başka özelliği daha var ki o da en uzun sürede okuduğum kitap olmuştur. Geçtiğimz yaz ayında kitaplara fazla vakit ayıramamış olmama rağmen, bu kitabı bir hafta okuyup iki hafta okumamazlık lüksüne sahiptim. Tabi bu süre kitaptan kopmak için fazla bile. Ancak yine de kaldığınız yerden devam ettiğinizde aynı tadı ve akıcılığını koruyor. Kimi detayları unutmak kaçınılmaz o ayrı.

Eser ilk başladığında fantastik öğeler hissetiriyor. Ancak olan bitenin mantığa açıklaması da ilerleyen sayfalarda mevcut. Böyle bir harmanın varlığı ve bu harman arasında tek bir "vücudun" iç çatışmaları arasında kalan Yale'in hikayesini okuyoruz.

Yael'in hayatını izliyoruz. Gölgeler'in oyununda bir taş haline gelen Yael kimi zaman istenen karelere hareket ediyor kimi zamansa beklenmeyen hamlelerde bulunuyor. İlk olarak aynalarda kendini gösteren gölgeler Yael'i tehtit etmektedirler. Yael derinlere indikçe ölüme bir adım daha atmış oluyor. Kamel Nasr'ın blogundan alıntılarla fikirleri bize sunuluyor. Kamel Nasr'ın da belirttiği gibi Yael kitabın sonunda ölüyor.

Sonunu bildiğiniz bir kitabı neden okursunuz?

Maxime Chattam'ın güzel kurgusu ve akıcılığıyla Fransa'dan Amerika'ya uzanan bir tür satranç oyununda iyi okumalar dilerim.



KitapYurdu.Com : http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=435475

Incarceron

0 yorum
Incarceron, biri içeride, diğeri dışarıda. İkisi de özgürlük arayışında... Tüm kitabı özetlemek istesem ben de bu cümleyi kullanırdım. Catherine Fisher çok güzel bir harman koymuş ortaya. Geçmişte meydana gelen bir bilimkurgu! Zaman zaman düşündüğüm, böyle bir eser olsa nasıl olur diye sorgularken karşıma çıkan bir kitap bu! Eserle ilgili çok sevdiğim bir özelliği hemen paylaşmak istiyorum. Fisher bölüm başlarında Diyar ve Hapishane efsanelerinden, şarkılarından ve de önemli kişilerin mektuplarından sözlerinden alıntılar koymuş. Hikayeyi daha da bir güzelleştirip daha da efsanevileştirmiş. Bir İngiliz yazara yakışır şekilde. Ancak Amerikan Edebiyatı'ndan da bolca nasiplendiği gözümden kaçmadı. Çok güzel bir yerden konuyu yakalamış ve çok uygun bir şekilde kurgulamış. Kurgusunda maceraya bolca yer vermiş. Bir Matrix kadar detaylı felsefesi yok gibi geldi... Üzerine düşünceler geliştirilebiliyor elbette ki... Gerçek hayat için "acaba"yı sordurmayı başarmıştır. Bu cümlemi kitabı okuyanlar daha iyi anlamıştır. Okuyacak olanlarsa okuduktan sonra daha iyi anlar. İpucu vermeden geçemeyeceğim. Acaba bizim yıldız zannetiklerimiz aslında Gözler mi?

Kitabı okumayı bitirdikten sonra internette de araştırdım biraz. Sinema uyarlaması 2013'te gelecekmiş. Gelsin diye bekliyorum.

Kitap, serinin ilk kitabı. İkinci kitap Sapphique. Hemen edinip okuyacağım. Kitabı alırken bir seri olduğunu bilmiyordum, bu da öyle bir anı.

Azıcık da kitabın hikayesi:

Incarceron, Sapiens adı verilen bilgeler tarafından inşa edilmiş kapalı bir sisteme sahip hapishanedir. İnşa sonrasında seçili sapienslerin de içeri girmesiyle hapishane bir daha açılmamacasına dışarıya kilitlenmiştir. Kaçışın olmasını engellemek için de tüm tedbirler alınmıştır. Incarceron yapay bir zekaya sahiptir. Yapay bir cennet olması öngörülmüştür. Bir tür deneydir aslında. Kötüler için geliştirilmiş bir yapay cennet kötüleri onlardan vazgeçirebilecek mi? (Deney'den anladığım benim bu.) Cenneti cehenneme Incarceron mu çevirmiştir yoksa insanların kendisi mi?

Finn, içerideki bir mahkumdur, dışarıdan geldiğine inanmaktadır ve kaçmak ister. Claudia Dışarı'dandır, Diyar'dadır 17. yy'da mahkum gibidir... İktidar entrikalarının kurbanları...

Kitap 2011 baskısıdır. Pegasus Yayınları'ndan Dost Körpe çevirisidir.



KitapYurdu.Com : http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=592314

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Şahane Hatalar Talih Kuşu

0 yorum

Heather McElhatton, Şahane Hatalar'ın ikinci kitabı. İlk kitabı okumadım. İşin aslı ilk kitaptan da haberim yoktu. Üniversitede bir indirim gününde,Çiko'yla kitaplara bakarken sayfa seçmeli bir kitap olduğunu gördüm ve hevesle aldım. Zira o tür bi' kitap olan Define Adası'nı çok sevmiştim. Ancak bu sefer beklentilerimin karşılanmayışı üzdü beni.

Bölümler arasında kopukluklar gördüm. En bariziyse (malesef bölümleri hatırlayamadım şu anda) bir bölümde    ölen bir kişinin, o bölüm sonunda seçip gittiğim bölümde canlanmış olmasıydı.

Eser betlik abidesi değil tabiki de. Bi' günde bir yol okunup bitebiliyor. Kafayı rahatlatan, acaba şimdi ne olacak sorusunu sordurabilen bir kitap. Şahane Hatalar ismini almasının da sebebini öğrendim: her bölümde kaba tabirle "oha artık" denebilecek olaylarla karşılaşabiliyoruz. Ancak olayların gerçekçiliğini de sorgulamadan edemeyeceğim.

Kitabın çok değişik bir özelliğiyse elinizde olanları veya olmayanları görebilme imkanı da veriyor.

Kitabın bir eksisi veya artısı baş karakterin, yani sizin bir kadın olduğunuzu varsayılıyor. Düşündüm üzerine. Bölümleri ve cinsiyet belirtilmesi üzerine düşündüğümde cinsiyet belirtmek zorunluluğu yok. Bu şekilde de yazılabileceğine inandığım bir kitap oldu. Kimi bölümlerde tekniği ve inandırıcılığı zayıf kaldı gözümde.

Hikaye sizin piyangodan yirmi iki milyon dolar kazanmanızla başlıyor. Okudukça ya batıyorsunuz ya da ölüyorsunuz. Ancak ben bi' tane mutlu sonra ulaştım! Bütün senaryoları okumak fırsatım olmadı. Ancak elimin altında bulundurup sıkıldığımda bir başka senaryoyu deneyeceğim bir kitap olmuştur.

Kitap April Yayıncılık'tan Dilek Berilgen Cenkciler çevirisiyle Mart 2012'de basılmış.


April Yayıncılık Kitap Tanıtım Sayfası
KitapYurdu.Com

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Efrâsiyâb'ın Hikayeleri

3 yorum

İhsan Oktay Anar kitaplarına devam ediyorum. Bu sefer ki kitabı kütüphaneden aldım Şimdiden belirtmek isterim ki kitabın ve hikayelerin içeriğiyle ilgili çok fazla bilgi olacak.

Efrâsiyâb'ın Hikayeleri bir kabadayının üzerinde başlıyor. Kabadayı mahallesinde racon keserken bir gün Ölüm'ün nefesini ensesinde hissediyor ve olaylar cereyan etmeye başlıyor.

Ölüm'ün canını almak istediğini bilen kabadayı, Ölüm'e bir oyun oynamayı teklif ediyor.Eğer kabadayı kazanırsa Ölüm kabadayıya yaşaması için yüz sene verecek eğer kaybederse Ölüm onun ve oyun arkadaşının canını alacak. Oyun için "kozlu bir oyun" yazmış ve malum okey oyununu anlatmış. Oyun için eş bulma süreleri ayırıyorlar kendilerine ve kabadayı kankardeşini ayarlıyor. Ölüm'se kabadayıdan sonra canını alacağı Cezzar Dede'yle anlaşıyor. Ölüm ve Cezzar Dede oyunu kazanıyor. Daha sonrasında Ölüm Cezzar Dede'ye bir teklifte bulunuyor: Cezzar Dede'nin vefatının adaletli olabilmesi için oyun oynamaları gerektiğini söylüyor. Cezzar Dede şu şekilde bir cevap veriyor:
"Ama ben, bugüne kadar kazanmak için oynamadım hiç. Oyunun bana verdiği zevkle yetindim."
Cezzar Dede bu cevapla birlikte nasıl bir oyun oynayacaklarını soruyor. Ölüm'ün cevabı:
"Seninle, verdiği zevk dışında hiçbir amacı, kuralı ve şartı olamayan bir oyun, yani gerçek bir oyun oynayacağız. ... Bir konu seçip, birbirimize hikayeler anlatacağız. Kazanma amacıyla değil, sadece anlatmanın zevki uğruna. Her hikayen için senin bir saat yaşamana izin vereceğim. Ne dersin?"
Oyun başlıyor, ilk hikayenin türü korku ve önce Ölüm anlatıyor: Güneşli Günler.

Anadolu'da bir yerlerde bir yatılı okulda geçen hikaye; okulun Kont lakaplı müdürü ve Sağır lakablı resim öğretmeni üzerine denebilecek, Kont'un kan ihtiyacını bir resim dahisi çocuktan gidermesini anlatıyor. Çocuklardan birisi bir gece iskambil kağıtları üzerine girilen iddia sonucunda yatağından çıkıyor ve olanları görüyor.

Kanı emilen çocuğun adı Bora Mete, resme yetenekli devamlı gülümseyen al yanaklı bir çocuk. Sağır ona yağlı boya seti veriyor. Güneşli bir günde derslere girmemesini salık veriyor ve manzara resmi istiyor. Ancak karşılığında da kanını istiyor. Burada belirtmek isterim ki Sağır'ın güneş resimleri Bora Mete'ninkinden daha kötü. Çocuk öldükten sonra Sağır'dan itiraf gibi bir cümle okuyoruz:
"Sana ışığı vaadetmiştim.Üzgünüm kanı, ışığa tercih eden sen oldun. Böylece hayat senin için ışık değil, kanın ta kendisi oldu."
Sıra Cezzar Dede'de, hikayesi Bidaz'ın Laneti.

Hayatını hazine hülyalarıyla geçiren yaşı da geçkin, kayınvalidesinin dilinden çeken bir adama sonunda talih güler. Dokunduğu her şeyi altına çeviren bir lanetli kralın, kendini yanlışlıkla altına çevirmesinden sonra koyulduğu kabrin haritası ayağına gelmiştir. İşler buradan sonra çetrefilleşecektir.

Böylelikle "korku" etabı bitiyor. Bu arada hala Uzun İhsan'ı kovalamakla meşguller. İstanbul'da bir oraya bir buraya Uzun İhsan'ın peşinden gidiyorlar. Kim bu Uzun İhsan? Cezzar Dede'den sonra sırası gelen kişi.

Yeni etap, din. Cezzar Dede, Bir Hac Hikâyesi'ni anlatmaya başlıyor:

Birbiriyle çekişen iki köyün imamlarından biri hacca gitmeye niyetlenir. Bunun haberini alan diğer köy de kendi imamlarını hacca göndermek için köyün ağasından para isterler, ağa da kendi oğluyla, babasını da yanında götürmesi şartıyla parayı verir. Oğlan, çok hareketli ve saldırgan, ağanın babasıysa aksi mi aksi bir adam.  Bu sırada eline Medeniyet Tarihi adında bir kitap geçen imamın aklını orada gördüğü bir heykel resmi kurcalar. Sessizleşir, mahsunlaşır. Derken kapısında köylüler, ellerinde parayla bitiverirler. Kabul eder ve hac yolculuğu başlar. Ancak bu yolculuk Mekke'ye değil başka diyarlara uzanmaktadır.

Bu hikayeden sonra sıra Ölüm'e geliyor, Dünya Tarihi'ni anlatmaya başlıyor.

Bir tüccar rüyasında ak sakallı bir zatı muhterem görür. Bu kişi, on parasını pulunu, varını yoğunu satmasını,  Acıpayam Dağı'na gelip kendisini bulmasını söyler. İşte böylelikle işler dallanır budaklanır... Rüyasında gördüğü kişinin aslında kendisi olduğunu ve bu yolculuğun kendine yolculuk olduğunu en sonunda anlayacaktır.

Bu hikayeyle birlikte bir etap daha sona ermiştir. Sırada aşk var. Ezine Canavarı'yla Cezzar Dede anlatmaya başlıyor.

Bir kasap eşini kaybettikten sonra dört yiğit oğluna hem analık hem de babalık etmiştir. Lakin artık evlenme vakitleri gelmiştir de geçiyordur bile... Bu sebeple tanınan bilinen bir çöpçatana derdini anlatır. Ancak evlerinin bir odasında, erkek temizliğinin yetersizliğinden, kocaman bir fare peyda olmuştur ve de oradan onu atamamışlardır. Dört erkek kardeşe dört kız kardeş bulmam niyetindedir. Daha önce gelen dul hanımın dört kızı vardır. Velhasıl artık onların mürüvetini görmek istemektedir. Böylelikle bu simetriyi bulan çöpçatan bunları başgöz etmek istemekte, büyüğünü büyükle, ortancayı ortancayla, küçüğünü küçükle, dulları da birbiriyle eşleştirip evlendirmek ister. Görücüye gidecekleri erkek tarafının evine gelen mahallenin dedikoducu kadını yüzünden odadaki farenin söylentisi çabucak yayılır. Kız tarafı bu işin hallolmasını yoksa izdivacın olmayacağını haber verir. Hal böyleyken fareyi öldürmek adına erkek tarafı odaya baskın düzenlerler ancak fare uyanır, ortalık can pazarına dönüşür bu hengamede yangın çıkar ve erkek tarafının evi yanar. Ev yanmasına yanmıştır ama fare hala hayattadır ve kendisine başka yuva arar. Kız tarafı yangını haber alınca bu işin olmayacağını, dayalı döşeli ev olmadan evlenmeyeceklerini söyler. Böylece evlilik hayalleri suya düşer. Fare, gide gide bu kız tarafının evine gider ve orada yavrular.

Cezzar Dede, kavuşunca meşk, kavuşmayınca aşk olur diye de hikayesine açıklama getirir. Sıra Ölüm'dedir. Hırsızın Aşkı da hikayesi:

Bursa iline yakın kasabalardan birinde geçimini hırsızlık meziyetiyle geçiren büyük bir aile vardır. Bu ailede deden toruna kadar herkes hırsızlıkla ilişkili işler yapmaktadır. Ancak torunlardan biri, Fezai, bu işi naif ve zarif ruhlu olması nedeniyle reddeder. Ailenin en büyüğü, dede, karar verir. Fezai keman çalacaktır. Bursa'ya gelen ünlü bir virtüözün kemanı, usta bir kemancı tarafından yapılmıştır ve kemana paha biçilemiyordur. İşte Fezai bu kemanı çalacaktır. Virtüözü gören Fezai, aşık olur... Ama kemanı da çalmak zorundadır. Velhasıl kemanı alıp eve dönmüştür ama içindeki ateş bir kez alevlenmişti. İçin için yanan çocuk sonunda kemanı çalmayı, ondan sesler çıkartıp dinlemeyi, sevgilisini dinlemeyi arzulamıştır ve böylece keman çalmayı öğrenir! Usta olmuştur artık ancak bir gün eve geldiğinde sevgilisini göremez ve öğrenir ki babası kemanı satmıştır. Satanın peşinden gider ve kemanını alan kişinin konser verdiği salonda konser esnasında bulur. Sahneye fırlayıp kemanını alır. Tüm kolluk kuvvetleri Fezai'nin peşine takılsa da çatıya kadar Fezai'yi yakalayamazlar. Sonunda çatıda köşeye sıkışan Fezai başlar kemanını çalmaya...

Bu hikayeyle birlikte bir etap daha bitmiştir. Sonraki etap cennet konuludur. Şarap ve Ekmek hikayesiyle Cezzar Dede anlatmaya başlar.

Kayseri'de Zeynelabidin adında yaşı 27'yi geçmiş evlenmeye yanaşmayıp yaşlı annesini bedbaht eden bir oğlan vardır. Oğlunu evlendirmeye razı edemeyen anne sonunda, oğlu için sakladığı takı paralarını ona verir, bir iş tutup baltaya sap olmasını diler. Zeynelabidin de bu sermayeyle şehir şehir dolaşıp sofular için yazmalar,  dualar hatlar satmaya başlar. Bir gün cuma namazına gider ve şans budur ki sevmediği çocuklar için vaaza denk gelir. Çocukların ne kadar saf ve cennetlik olduğunu anlatan imamın gözyaşlarına boğulmasına anlam veremez. Kafasına takılır, içi sıkılır. Akşamına bir meyhaneye gidince imamın da orada gözyaşlarıyla içtiğini görür. Meyhaneciye olayı sorar. İmamın Bestenur adında bir kızı olur. Bunu kendi sütninesine büyütmesi için verir. Bebek büyüdükten sonra babasına döneceği vakit sütninesi Bestenur'a üzümsuyu ve ekmek verir. Eğer içerse cennete yükselecektir. O yüzden içmemeli ve babasına götürüp yola gelmesini sağlamalıdır. Yolda kötüyle karşılaşır ve o kötü buna üzümsuyunu içirir, ekmeği yedirtir. Sonradan olayı kavrayan Bestenur, bir tohum diker ve o büyüğünceye vakti olsun diye dua eder. Gözyaşlarıyla sulanan tohum filizlenir. Kötü tekrar gördüğünde büyümüş olan ağacı görür durumu anlar ve Bestenur'la babasını bulmaya gider. Babası Bestenur'la inzivaya çekilmiş, çöp gibi kalmıştır. Çünkü Bestenur ona cennete yükselirken ayağından tutmasını, zayıf olursa onu taşıyabileceğini anlatmıştır. Derken Bestenur fırına ekmek almaya gittiğinde Kötü pencerenin kenarına sıcak, yağlı mı yağlı bir güveç koymuştur. Nefsine hakim olamaz ve güveci yer bitirir. Bestenur geldiğinde ayakları yerden kesilir. Ancak babasını taşıyamaz ve kendi başına cennete yükselir...

Sıra Ölüm'dedir ve bu hikaye de son hikayedir.Gökten Gelen Çocuk.


Çocukları olmayan geçkin bir çift vardır. Yaşları elliye varmıştır. Ancak Kent ailesinin özlemi bitmemiştir. Derken bir gün bahçelerinde şimşek çakar. Çıkıp baktıklarında bir oğlan çocuğu olduğunu görürler. Anne hep bir kızları olsun, ismi güler olsun istemiştir. Çocuğun oğlan olması onu üzmüştür. Çocuğun ismi Gülerk olur. Babası ona dedesi Sabri'den kalma, göğsüne dedesinin adının baş harfi S işli mavi bir elbise ve kırmızı bir pelerin verir. Bunu giymesini ve herkese yardım etmesini söyler. Ancak annesi onu temiz, pirüpak bir efendi oğlan olarak yetiştirmek ister. Efendi çocuk kıyafetleri ve gözlüğü alır ve çocuğu giydirir. Seyyare adlı yerel gazete de iş buluverir. Üstü kirlenirse ona annelik etmeyeceğini söyler. Annesiyle babasını üzmemek için Gülerk babasından aldığı elbiseyi, sonra da annesinden aldıklarını mavi elbisesinin üstüne giyer. Bu çekişmenin ortasında kalmıştır. Üstelik gazetede vurulduğu Yelda isimli kız da göğsünde S yazan mavi elbiseli çocuğu sevmektedir! Sonunda dayanamaz ve caminin minaresine çıkıp atlar! Leylek gelir onu yakalar ve göklere uçurur...

Bu hikayeyle son etap da bitmiştir. Ölüm'le Cezzar Dede konuşmuştur konuşmasına ama Cezzar Dede İhsan Oktay Anar'dır sanki... Ölüm'le felsefi bir anlatı! İçinde o kadar çok şey var ki... Hangi birini detaylandırayım! Ancak, alıştığımdan olsa gerek, Cezzar Dede son hikayeyi anlatıp, o ana kadar anlatılmış tüm hikayeleri bir şekilde kesiştirecek diye bekledim. Bu beklentim beni hayal kırıklığına uğrattı mı? Pek tabi ki hayır. Etaplarla tüm yaşam hakkında fikir beyanı okudum ve gayet mutluyum!

Cezzar Dede'yle Uzun İhsan'a ne olduğunu okuyunca göreceksiniz.

Kitap:
İletişim Yayınları
KitapYurdu.Com
 
Copyright © Kitaplık
S.Y.